26 Temmuz 2016 Salı

BÖLÜM XIV : VARTO BİNGÖL DAĞLARI









Varto ikliminin kuzey kısmını tamamen çeviren Bingöl dağları, 3650 ve 2000 km murabbındadır. Sonbahar ve kış aylarında başı dumanlı bulunan bu dağlara her yıl ekim ayının başında beyaz karlar yağmış bulunur. Bingöllere yağan bu karlar her yıl mayısın sonlarına kadar yerde durur. En çok ocak ve şubat aylarında bu dağlardan kopan heybetli kar kasırgaları ve fırtınalar, bütün muhiti toza ve dumana büründürür. Ve gök gürültüsünü andıran bir sesle ilçe köylerine fırtınayı haber verir. Bu fırtına günlerinde kimse köyden dışarı çıkmaz ve bazan yolda fırtınaya tutulmuş yolcular varsa ya boğulur veyahut bin müşkülatla kurtulur. Mayıs ayı başında Bingöllerin karları erimeye başlarken ilçenin her yanından dereler çoşar, silabeler kızıl birer şerit gibi yanyana akarak derelere dökülür. Bu sırada dağların en yüksek zirveleri ve dağ etekleri yemyeşil kesilir.


Çeşit Oğuz boylarının, Selçuk, Harzem, Ak ve Karakoyunlu beylerin eski bir çadır kurağı olan Bingöl yayları doğu illerinin en zengin ve gönül avlayıcı dağlarıdır. Bu dağların güney eteklerinde: Varto ilçesi… kuzey eteklerinde: Hınıs ilçesi ve Tatos ilçesinin Gökoğlan bucağının bütün köyleri… doğusunda: Hınıs merkez bucağıyle Hınıs’ın Halil-çavuş bucağı köyleri… ve batısında: Karlıova’nın Kurt-yüzü bölgesi ve merkez bucağının köyleri vardır.


Bingöllerin güney kısmındaki dik, ve yüksek ve çıplak etekleri ve bu eteklerin üstünden düz görünen Bingöllerin sırtı geniş bir ova halindedir. Bu kısmında binlerce soğuk ve berrak pınar gözelerini fışkırtan çayı ve çimenli yaylalar vardır. Bu alandaki yaylalardan akan pınar gözeleri birleşerek yalnız Varto toprağında akan akıntılarda: Mengel, Kasmen, Civarik, Harik, Sorpalak, Sofyan, Köşkar, Hoşan nehri ve çaylarını teşkil etmişlerdir.


Bingöllerin doğu kısmı, taşlık ve sarp olmakla beraber aşağı eteklerinde sık pelit, ve kavrak meşelikleri vardır. Bu meşelerin içinden derin ve korkunç dereler geçer. Bu meşelerden yukarı görünen dağların sırtları sarp ve arızalıdır. Bu arızalı ve çıplak arazi içinde yer, yer görülen yeşil çayır kümelerinden ve yalçın kayalardan sayısız pınarlar akar. Bu gözelerden çıkan tatlı ve soğuk sular, bu kısımda derin ve karanlık dereler ve taşkın çaylar meydana getirmiştir. Mişko, Şahverdi, Benzer, Kurdu, Gündor dereleri adını alan bu deli çaylar, doğuya doğru akarak Hınıs ovasından geçip Malazgirt-Bulanık arasında Heftrenk nehri adıyla Murad’a dökülür.


Bingöl dağlarının kuzey cephesi çok geniş, az meyilli ve tamamen çayır ve çimenli olmakla beraber, arızalı ve dalgalıdır. Bu kısımda binlerce göze mevcuttur. Bazan bir çayırdan yanyana kırk-elli pınar akıyor ki, bunlara (kırk-pınar) adı verilmiştir. Bingöllerin kuzey kısmından çıkan bu sular ikiye ayrılmıştır. Kuzey doğu gözeleri; Harabe, Suvaran, Karakilise, Şeytan, Kosan, Güzeldere, Kalecik adlı yedi dere teşkil etmiştir ki, bu taşkın ve acayip dereler; Hınıs merkez bucağının Çarek köylerinden akarak ilçenin yanında birleşir, ilçe merkezinin şimal ve cenubundan geçerek Hınıs ovasının biteceği yerde Bingöllerin doğu kısmından kopup gelen Şahverdi, Zoru deresi nehriyle birleşip “Heftrenk” adı altında Murad’a karışır. Bu nehir Murad’a karışırken Murat’tan daha kuvvetlidir. Varto ilçesi alanında Murad’a karışan sular, ve yine fazlası Bingöllerden çıkan Kığı-Pertek nehri, ve Heftrenk suyu hesaba katılırsa: Murat nehrinin üçte ikisini yalnız Bingöl dağları teşkil ediyorlar.


Bingöllerin kuzey ve kuzey batı kısmının Kazangölü, Koğ ve çşit göllerle Kırkpınarlar ve sayısız gözlerinden çıkan sular, (Şuşar) Gökoğlan bucağı bölgesinde birleşerek Aras nehrini çok kuvvetli olarak teşkil ederler. Aras nehrinin menbaı Bingöl’ün Kazan gölüdür.


Bingöl dağlarının batı cephesi tamamen meyilli ve zengin meralardır. Bu mera ve yeşil çayırların bağrından fışkıran tatlı ve soğuk pınarlar, Karlıova’nın Kurt-yüzü mıntıkasında Kığı nehrinin fazlasını teşkil ederler, bu nehrin diğer kolları Şakşak dağlarından kopar gelir. Bu nehir Kığı’dan geçerek Pertek ilçesi alanında Elazığ ilinin Adiliye köyü önünde Murat nehrine dökülür.


Bingöl dağlarının bütün pınarları soğuk, berrak ve lezzetlidir. Bu suya alışmadan bir kimse bir bardak suyu iki üç nefeste içemez. Buz gibi soğuktur. Bütün gözeler kumdan kaynar. Hiçbir göze yosun tutmaz. Asla şişkinlik vermediği gibi, hazım ve sıhhat için yegane ilaçtır. Bu dağların sayısız pınar ve göllerinden ötürü eski Türkler bunlara (Mik-Bulak) yani Bin-Pınar adını vermişlerdir. Bu ad sonradan Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan Han tarafından Bingöl’e çevrilmiştir. Uzun Hasan küçük bir göl kaynağında, bir ördek yıkıyan hizmetçisinin elinde bu ördeğin sağalarak uçtuğunu ve hükümdarın bu gölü, göllerin çokluğundan ötürü bulamadığını ve bu suretle bu dağa Bingöl adını taktığını rivayet edilmektedir. Halen Koğ kalesinin (Koğ Tepesi) önündeki göller üzerinde sayısız çadır çevirmeleri vardır. Bunların Uzun Hasan’a ait olduğunu söyleyenler vardır.


Bingöl dağlarının 3650 rakımlı tepesinin başında geçmiş yüzyılların karanlığı içinde harap bir hale gelen çok eski bir kalenin aşınmış duvarları vardır. Bu kalenin başında yetmiş yıl önce bir üzüm ağacı kökünün görüldüğü rivayet edilmektedir. Bu rivayet ve efsanelere göre, binlerce yıl önce doğu illerine hakim olan bir Türk kıralı, kızının genç nişanlısı ölmüş, nişanlısının ölümünden artık elini dünyadan çeken kız, babasına yalvararak bu kaleyi yaptırmış,ve bir kışlık yiyeceğini alarak iki kız hizmetçi ile bu kaleye kapanmış. Ocak ayında Bingöller korkutucu fırtınalariyle ortalığı çınlatırken bu kaleden çıkan müthiş seslerden zavallı kız fazla korkarak öölmüş ve yazdığı kısacık vasiyetnamesinde: “Baba, bilmiş ol ki, ben ne açlık ve ne susuzluktan ölmedim. Ben dağların heybetli bağırışından korkarak öldüm” demiştir.


Bingöllerin en yüksek noktasında kurulan bu kale tepesinin seviyesinde sıra ile iki tepe daha var ki, bunların her üçüne de Koğ adı verilmiştir. Bu tepeler uzun bir keskin sırtın üzerinde birbirinden yarım saat uzaklıkta kurulmuş yalçın kayalı, uçurumlu ve korkunç tepelerdir. 3650 ve daha yüksek bir rakımda olan bu tepelere şafakta gidilince güneşin doğuşu burada acaip bir manzara arzeder. Güneş doğarken bir kara çadır parçası gibi kara ve heybetli görünür, sonradan yükseldikçe kızıllaşır ve daha sonra sarılaşır. Yükseldikçe titreye, titreye küçülür bir mızrak boyu kalkınca ziya saçar ve tabii halini alır.


Kale tepesinin her tarafı ve bilhassa kuzey cephesi 800 metre yüksekliğinde korkunç bir uçurumdur. Bu tepe ile aynı seviyede olan diğer iki tepeyi on kilometre uzunluğunda olan keskin bir silsile birbirine bağlamıştır. Bu silsile Bingöllerin üstünden 600 metre yücedir. Bu keskin silsilenin kuzey cephesi tamamen dik ve sarp bir duvar halindedir. Bu yalçın seddin kıvrımlarında ve bu kıvrımların kuşattığı dalgalı araziyle uzun ve geniş çayırlar ve büyük taş çevirmeler içinde yüzlerce göl vardır. Bu göller 15-20 metre derinliğinde 100-200-300 ve 500 metre murabbaında çeşit göllerdir. Bu göllerin hepsi de birere kaynaktır. Sular soğuk ve lezzetlidir. Her gölden bir değirmen arkı kadar su çıkar.


Bu göllerin arasındaki geniş çayırların başında, yüzlerce eski çadır yerini gösteren dikili taşlar ve çevirmeler vardır. Bu göllerin en büyüğü, meşhur Koğ kalesinin ta burnuna sokulan Kazan gölüdür. Kazan gölü ile beraber bu göllerden ve kırk-pınarlardan ve diğer gözelerden çıkan sular çeşit derelerde birleşip Aras nehrini kuvvetli olarak teşkil ederler. Bu sahada Şuşar, Gökoğlan bölgesi köylerinin otuza yakın yaylaları vardır.


Bu kale silsilesinin doğusunda: Hınıs merkez bucağı köylerinin yaylaları ve kalenin güneyine düşen Bingöllerin çimenli göğsünde Üstükran bucağı köylerinin yaylaları vardır. Otuz kırk yayla yeri olan bu sahanın Karlıova hududuna kadar uzanan kısmı düz bir ova halindedir. Dağın batı eteklerinde Karlıova köylerinin yaylaları, doğu ve kuzey doğu kısımlarında Hınıs’ın merkez bucağı ile Halil-çavuş bucağı köylerinin elliden fazla yaylası vardır.


Senenin yaz aylarında Bingöllerin etrafında bulunan birkaç ilçenin bütün köyleri, koyun ve sığır sürüleriyle bu dağlardaki yaylalara çıkarlar. At ılgıları çayırlarda başıboş dolaşır, kırk gün burada otlayan bir at adeta değişir, ve tanınmaz bir hale gelir. Bunlardan başka Palo, Viranşehir, Diyarbakır’dan gelen tüccarlar ve Beritali göçebeler yüzlerce aile ve çadır halkı, sayısız ticaret ve sağın sürüleri, at ve deve ılgılariyle Bingöl’ün çeşit yerlerine konar, üç ay burada eğlenirler.


Bingöl dağları yaz aylarında birkaç şehir şenliğini andıran bir varlık ve yaşam diyarıdır. Bu hayat tazeleyici yaylalara çıkan binlerce ailenin varlığiyle baştanbaşa şenlenen Bingöller; dirilik, esenlik, güzelliğin canlı bir timsalidir. Yeşil çayırların başından fışkıran inci bulakların üstünde büyük kara çadırlarını kuran yaylacıların her türlü kederden uzak yaşamaları ve yıldızlar kadar sık ve ışıklı olan bu yaylalarda zaman zaman yükselen, düğün ve bar şarkıları, davul ve zurna sesleri, çadır meydanlarında cirit oynayan gürbüz delikanlıların haykırışları ve bozkırlarda yayım yayan mor koyun sürülerinin başında tutuşan çobanların kaval sesleri, kolkola takıp koyun sağmağa giden al, yeşilli gelin ve kızların teraneleri gönülleri sevdaya sürükliyecek birer şiir levhası gibi füsünkar ve cazibelidir.





SON











önceki bölüm      anasayfa      





Orta Asya Türk TAŞBABALARI Anadolu'da da devam etmiştir...






Türk milletinin ve Türk devletinin, kendi parçası olan Doğu Anadolu halkına olan sevgi dolu bakışının, rahmetli şair Kemalettin Kamu’nun “Bingöl Çobanları” adlı şiirinde, erişilmez bir güzellikle âdeta dile getirilmiş olduğunu görürüz. Bütün manâ yükü ve sevgi yumağı ile onu gönülden paylaşıyor, son iki mısraını Doğulu Türklerimize armağan ediyoruz:

“Gönlümü yayla yaptım, Bingöl çobanlarına;
 Bingöl yaylalarının, mavi dumanlarına.”


Prof.Dr.Mehmet Eröz
Doğu Anadolu’nun Türklüğü  
İstanbul, 19 Ocak 1982


Doğu Anadolu'nun Türklüğü kitabının önsözü:

"Hoca 1965’de yazdığı “Kürtlerin Menşei ve Türkmenlerin Kürtleşmesi” (İ. Ü. İktisat Fak. Sosyoloji Konferansları, Beşinci Kitap, 1964-1965) adlı makalesindeki “Kürtleşen Türkler” kavramını kullanmış. Bu kavram hakkında hiçbir eleştiri ve yorum gelmemiş olmakla beraber, kedi araştırmalarıyla konu. Hasan Hayri Bey ve M. Şerif Fırat gibi, Ziya Gökalp de ‘Kürtleşme’ hâdisesinden bahseder…


“Vaktiyle biz de aynı şekilde, bir ‘Kürtleşme’ hâdisesinden bahsediyorduk. Fakat sonraki araştırmalarımızın ışığında, bu kültür değişmesine, böyle bir karşılık bulmanın doğru olmadığı kanaatına vardık... Bundan dolayı biz bu vetîreye (prosese), ‘Yabancılaşma’, ‘Türkçeyi kaybetme’ adını veriyoruz demiş. Eğer hoca “Kürtleşen Türkler” makalesini, yazdığı yıllarda tartışma olmuş olsaydı, belki de görüşlerini değiştirmek için on yıl bekleyemeyecekti.”


Temel kavramlardan biri olan “millet” ile “ırk” kavramlarının ne olduğu karıştırılmaktadır. Oysa bu kavramlar gayet açıktır, “millet” sosyoloji ve tarih, ırk ise biyoloji kaynaklıdır. *


Bu satırların yazarı yirmi dört Oğuz boyundan biri olan Avşarlar’ın (Türkiye’de nüfusu en büyük olan boy) Torunlar oymağındandır. Bilindiği gibi Avşarlar, Oğuzların dışa en kapalı boylarından biridir. Torunlar ise Avşarların Bey grubundan olup, Avşar boyu içinde dışarıya en kapalı olan oymaktır. Buna rağmen Türkiye’deki Torunların bir kısmı Zazaca, bir kısmı Kürtçe, bir kısmı Türkçe konuşmaktadır. İnanç olarak bir kısmı Sünnî, bir kısmı Alevîdir. Diğer yandan Van’da yapmış olduğumuz bir araştırmada Kürtçe ve Türkçe konuşan Torunların, köklerini Nâdir Şah’a bağladıklarına şahit olmuştuk. Bunlardan Kürtçe konuşana göre Nâdir Şah bir Kürt beyi, Türkçe konuşana göre bir Türk beyidir. Tarihî kayıtların açıkça ifade ettiğine göre Nâdir Şah İran’da “Avşar Devleti” adıyla devlet kurmuş olan bir Avşar beyidir. Avşarlardaki bu sosyal yapı özelliği Beydili, Döğer gibi diğer boylarda da görülmektedir. Yani bu boylardan olan bazı oymak veya aşiretlerin durumu Torunlardan farklı değildir.

Bu durumdan haberdar olmayan ya da olmak istemeyen, fakat insanlara konuştukları dilden hareketle kimlik pazarlayan, “etnik kimlik inşacıları”nın nasıl bir kimlik hazırlayacakları merak edilmeye değer."

Mustafa Aksoy
Fatih/İstanbul, Ekim 2015



“Kendilerini Kürt sananlar, kendilerine bir sorsunlar: Neden Fars değil de Türk kültürünü kullanıyoruz?”

Sanat insanların ve sosyal grupların fiziki-sosyal dünyayı algılama ve yorumlama tarzıdır. Başka tabirle sanat duygu ve aklın ürünü olan gelenektir. Gelenekler ise mitolojik ve tarihte kökleri olan yaşama sürecini ifade eder. Sosyal bilimler yapıları gereğe siyasal düşüncelerle yakından ilgilidir. Mesela bir araştırmacı ne kadar bilim için bilim yapsa da onun bulgularını birileri istediği takdirde rahatlıkla siyasallaştırabilir.

Çünkü tek tip eser okuyanlar, sadece okuduklarını gerçek sanıp, haberdar olmadıkları ya da sahip oldukları bilgilerin dışındaki farklı görüşlerle ilmi bilgilerin siyasallaşmasına sebep olabilirler. Mesela Bender, bir bilginin siyasallaşması konusunda önemli iddialarda bulunarak şöyle der:

“Tanınmış halı bilginleri de halı ve kilim dokumacılığının Kürtler tarafından icat edildiğini, İranlılarla Türklerin bu sanatı sonradan Kürtlerden öğrendiklerini öne sürmektedirler… Halı ve kilimin vatanı Zağros yöresidir…Kürt halıları geometrik desenli halılar ve çiçek-bitki desenli halılar olarak iki büyük grupta toplanır.”

Bender’in bu görüşü, konu hakkında ilmî çalışmalar yapanlarca doğrulanmamaktadır. Çünkü halı, kim ve benzeri dokumalarda kullanılan geometrik, yani simetrik örneklerin Türklere, çiçek ve bitki, yani asimetrik örneklerin ise Farslara ait olduğu konunun uzmanlarınca kabul edilmektedir.

Pazırık Kurganı’ndaki buluntularda at üzerindeki askerin pantolon giydiği, (Hint-Avrupalıların pantolonu M.S. V. asırdan itibaren giymeye başlamışlardır.) halıdaki geometrik damgalar ile atın koşum şeklinin Hint-Avrupalı hakların kullandıklarıyla ilgisiz olduğu yapılan basit bir araştırma ve karşılaştırmayla dahi anlaşılır.

İskit’lere ait olduğu söylenen arkeoloji ve etnografya eserleri üzerindeki damga ve süslemelerin Türklerin otantik damga ve süslemeleriyle örtüşmektedir.

Görsel kaynaklar üzerindeki damgaların, nasıl ve hangi şartlarda Doğu Türkistan’dan yola çıkarak, Altaylar’da, Damal’da, Çamlıhemşin’de, Isparta’da, Balıkesir’de ve benzeri Türk kültür coğrafyasında görülmelerini izah etmek zorundadırlar.

Sonuç olarak, bu damgalar Türk tarihin bilinen kadim dönemlerinden günümüze kadar gelmişler ve taşıdıkları anlamlarla tarihe şahitlik etmişlerdir. Çünkü onlar başka halkların geleneksel, yani otantik kültürlerinde yoktur.


"Tarihin Bilinen İlk Pantolonundan Türkiye’ye Gelen Damga"
Mustafa Aksoy / devamı
Türk Dünyası Tarih Kültür Dergisi, Sayı 346, 2015





* Ve bizlerde Beyaz Irk dedikleri Kafkas Grubuna gireriz, yani onların deyimiyle ARYAN'ız. Hiçbir şekilde ne Rus ırkı, ne İngiliz ırkı, ne de Alman ırkı ... vardır. Türklerde millettir, Ruslarda, İngilizlerde, Almanlarda... ama Türkler çok boylu bir millettir, işte batılıların anlamadığı şey budur…. SB.



Gerçeği Görenlere...

BÖLÜM XIII : Coğrafya Bakımından Varto





Varto İlçesi: Doğuda, Hamirpet (Hanmirbey) dağları, Hınıs ve Bulanık ilçeleriyle, batıda; Mengel gediği, Palangöl ve Karlıova ilçesiyle, kuzeyde; Bingöl dağları ve Hınıs ilçesinin merkez ve Gökoğlan bucaklariyle ve güneyde; Şerafettin dağları ve Muş merkez ilçesinin Sakavi ve Ziyaret bucaklariyle çevrilidir.


Varto ilçesinin, merkez Karaköy ve Üstükran adlı üç bucağı vardır. Merkez nahiyesi: (Varto Merkez) Üstükran ve Karaköy bucaklarının tam ortasındadır. İlçe merkezi Hoşan ve Köşkar sularının çevirdiği 1750 rakımlı, ve 20 km murabbında olan Varto ovası üzerinde kurulan, Varto-Gümgüm kasabasıdır. Merkez nahiyesi, bu ova ile beraber, kuzeyden Bingöl dağlarına ve güneyden Şerafettin dağlarına doğru yükselen 1800-1900 rakımlı dağ, etek, çıplak, kısmen meşeli ve arızalı arazide kurulan 50 pare köyden ibarettir.


Üstükran Bucağı: Varto ilçesinin batısında, Kasman, Sofyan derelerinin ayırdığı 1800 rakımlı Üstükran ovasiyle, Bingöl dağlarının eteklerinde kurulan 1850-1900 rakımlı köylerle beraber 23 pare köyden ibarettir. Nahiye merkezi; 15 km murabbaında olan Üstükran ovasının ortasında kurulan Büyük Üstükran köyüdür. Nahiyenin yüz ölçüsü 200 km murabbaıdır.


Karaköy Bucağı: Varto ilçesinin doğusunda Hamirpert ve Hanşeref dağlarının yükselttiği çıplak dağ eteklerinde kurulan 21 pare köyden kurulmuştur. Bucak merkezi, Selçuk köyünden ve Hampirpert gölünden akan geniş bir su vadisi içinde kurulan Kiranlık köyüdür. 1900-2000 rakımları arasında bulunan bu nahiye köylerinin toprağı etli, kuvvetli ve ekime elverişlidir. Dağ eteklerinde bulunan köyler, kısmen sulamadan mahrumdur. Yağmurlu yıllarda çok iyi ürün veren bucağın Murat nehri kıyısına düşen köyleri ,ağaçlı, meşeli ve daha verimlidir.


Varto ikliminin dörtte üçü sulak ve toprağının fazlası verimlidir. Bu verim uzun süren kışın hava şartlarına göre, bazı yerlerde bire on iki ve on, bazı yerlerde de bire sekiz, altı ve beştir. İlçe yüz ölçüsü miktarının üçte ikisi, biçilmeye ayrılan çayırlarla, meralarından faydalanılan dağlardır. Bölgenin her yanı ot, çayır ve çimenle doludur. Hayvanlar yazın meralarla, kışın çayırların kuru otiyle beslenir.


İlçenin iklimi sert, kışı sürekli ve soğuk, kar ve kar fırtınaları pek fazladır. Yaz mevsiminin temmuz ve ağustos ayları orta derecede sıcak geçer. Birinciteşrin (ekim) ayının başında soğuk havalar başlar. Bahar ve yazdan fazla bir kış iklimi olan Varto bölgesinde 3-4 yılda bir kere kasım ayı ortalarında bol miktarda karlar yağarak nisan ayının son günlerine kadar bütün muhiti örter. Böyle yıllarda sonbaharda ekilen yeşil ekinler kar altında fazla kaldığı için çürür. Çiftçi tam mahsul alamaz. Bu zor şartlı yıllar hesaptan çıkarsa normal giden yılların cümlesinde birincikanun ayının başında ilçe muhitini örten kar, ovalarda 1-2 metre, dağlarda 3-4 metre kadar düşer. Bu karlar nisanın ilk haftasına kadar yerde kalır. Böyle yıllarda sonbahar ekinleri fazla zarara uğramaz, nisanın ortasında ve sonunda ilkbahar tohumları ekilir. Ekinler gelişir, sonbaharda alınacak mahsül ilçenin bütün ihtiyacını karşılar ve hatta civarına ihracat yapılır.


Bahar ve yaz mevsiminde ve hatta sonbaharda Varto’nun birçok kesimlerinde çoşkun dereler ve çaylar çağlar, yağmurların verdikleri kuvvetle bölgenin her yanı yemyeşil bir halı gibi süslenir. İlkbaharda muhitin her küçük arkından bile sular çoşkun akarken, bütün dereler taşkın sarı seller halinde ortalığı çınlatır. Derin derelerden müthiş sesler çıkar, dere kıyılarındaki kızıl ağaçlar arasında sürülerce koyun ve kuzular meleşir, sarı sellerden yüksek ağaçların dallarında yuvalarını yapan bülbüllerin ötüşleri gönülleri hayran eder. Bingöllerin dik yamaçlarından inen sayısız taşkın sular arasında çeşit çiçekli çayır ve çimenli arazi parçaları gözlere çarpar.  Bu renkli levhalarda küme kümei koyun ve sığır sürüleri dolaşır, boğalar, camuşlar dövüşür, atlar kişler, koyunlar baharın aşkıyla inler, kuzular tatlı tatlı meleşirdi. Kışın arasız kar sağnakları bu güzel manzaraları değiştirir, bütün muhit, şimal buz mıntıkasına döner, haftada birkaç kere Bingöl dağlarından kopan heybetli kar, kasırgaları, beyaz bir duman halinde bütün bölgeyi ve gökyüzünü kaplar, dağların müthiş bağırışı kulakları çınlatır durur.


Varto ilçesi ikliminin dörtte üçü çıplak ve ağaçsızdır. Ancak ilçenin doğu hududundaki Murat nehri kıyılarında bulunan Karaköy bucağının bir kısım köylerinde ve merkez nahiyesinin kuzeyindeki Bingöl eteklerinde kurulan birkaç köyde ve ilçenin güney hududundaki Şerafettin dağlarının eteklerinde bulunan Karameşe ve civarında, ve Üstükran bucağının güneyine düşen Çapanik dağlarının yamacında olan Kasman, Ameran ve Badan köylerinde birçok pelit, kavak ve kara ağaç meşelikleri vardır. Bunlardan başka Varto ilçesi alanından geçen birçok dere kıyılarında kendiliğinden bitmiş kızıl söğüt, suphan, buzu, kavak ve kırmızı ağaçları ve ilçenin birçok köylerinde dikilmiş ve yetiştirilmiş kavak ve söğüt ağaçları vardır.


İlçe ikliminin fazla yüksek, karlı ve soğuk olması ve karların altı ay yerde kalması yüzünden halk yemiş ağaçlarını dikmemiş ve diktiklerini de kurutmuştur. Nisbeten sıcak ve sahil bulunan ilçe merkezinde son çağlarda bazı yemiş ağaçları dikilerek semeresini vermiş, bu kasabada büyük bir azimle çalışan ve ilçe dahilinde bir mahalle teşkil edecek kadar ev ve dükkan yapan tüccar Ahlatlı İsmail Aktaş ile beraber Sadık ustanın büyük bir gayret ve yurtseverlikle yetiştirdikleri dut, vişne, erik, ceviz ağaçlarından meydana getirilmiş iki bahçe vardır. İlçe merkezinin gübey kısmından geçen Varto nehri kıyılarında bulunan “Haraba Yakup” köyü sırtlarında bir miktar yabani fındık ile yabani üzüm kümeleri ve üzüm bağlarının pek eskimiş çevirmeleri gözlere çarpmaktadır. Varto nehrinin kıyılarında eski bir kale veya şehir yeri vardır. Bu bağların ve fındıkların asırlar önce burada yaşayan ve medeniyet kuran Türk kavmi tarafından vücuda getirildiği sanılmaktadır.


Varto ilçesi merkezinin içme suları bol, ve gayet iyidir. Hoşan deresinden akan büyük bir ark, ilçenin her tarafını sular. İlçe evleri taş ve kerpiçten yapılmış, yüksek ve alçak tipdeki evlerdir. İlçe merkezinde iki yüze yakın aile var. İlçenin 110 köyü ve yirmi bine yakın nüfusu vardır.


Varto ilçe merkeziyle ovada kurulan köylerin hepsinde bostanlar ekilir, orta miktarda hıyar, karpuz, kavun, biber, domates, patlıcan, lahana, kocabaşı, fasulye gibi sebzeler elde edilir. Üstükıran bucağının dere köylerinde bir miktar bostan ekilir.


Varto ikliminde ekilen hububat; yazlık kızıl buğday, güzlük topik buğday, köse buğday, çavdar, mahlut mısır, kumdarı, akdarı, nohut, mercimektir.


Varto Gölleri: İlçe hududunun doğuda Hınıs ve Bulanık ilçeleriyle birleşeceği bir noktada, Karaköy bucağının İskender köyü başında bulunan Hamirpet dağlarının 2500 rakımlı göğsünde 20 ve 30 km. murabbında ve tahminen 200 metre derinliğinde iki göl vardır. Bunlara (Mamirbey) Hamirpet gölleri denilmektedir. Bu göllerin suları tatlı, berrak ve soğuktur. Bunlardan çıkan sular bir dere teşkil eder. Bu dere Hamirpet gölünden İskender köyü yanından bucak merkezinden akarak Murad’a dökülür. Bundan başka Üstükran bucağının Mengel köyü ile Karlıova’nın Kargapazar köyü arasındaki Mengel gediğinde 2000 rakımlı bir noktada (Gölbahri) adlı derin bir göl vardır. Bu göl de bir kaynaktır. Suyu mavi ve yüz ölçüsü 3 km. murabbaıdır. Bu göllerden başka ilçenin hududuna giren Bingöl dağlarının çeşit yerlerinde suyu lezzetli, soğuk ve birer kaynak olan birçok göller vardır. Bu göller Aras nehrinin tamamen menbaını ve Murad’ın bir kısmını teşkil eder.


Varto Alanındaki Nehir ve Çaylar

1-  İlçenin doğu hududunda olan Karaköy bucağı köylerinden doğu kuzeyden güney batıya doğru akarak Muş ovasına doğru giden Murat nehri.

2-  Şerafettin dağlarından çıkıp, batıdan doğuya doğru akan ve Varto merkez bucağının bir kısım köylerini sulayarak Çarbur vadisinde Murat nehrine dökülen Baskan-Varto nehri.

3-  Bingöl dağlarının Taçcı yaylası ve civarındaki gözelerden birikmiş, kuzeyden güneye doğru akan ve ilçe merkezinin doğusundan geçerek Baskan ve Köşkar nehirleriyle birleşen Hoşan suyu.

4-  Bingöl dağlarının Ger ve Koğ yaylalarından akıp, kuzeyden güneye doğru Alagöz geçidinde Hoşan suyunu içine alan Köşkar nehri.

5-  Bingöl dağlarının Caneseran yaylası ve civarındaki yaylalardan çıkan ve sayısız pınar gözelerinden toplanıp, Mengel deresinden batıdan güney ve güney doğuya doğru Üstükran bucağı köylerinin bir kısmını sulayarak merkez bucağının Gündemir köyü civarında Varto-Baskan nehriyle birleşen Kasman nehri.

6-  Bingöl dağlarının Tatan yaylasından kuzeyden güneye doğru akarak Üstükran nahiyesi köylerinin birkaçını sulayan ve Tatan köyü boğazında Kasman nehriyle birleşen Sofyan suyu.

7-  Bingöl dağlarının Ali-Murat, ve Şaman yaylalarından kuzeyden güneye doğru akarak Üstükran nahiyesi merkezinin sağ ve solundan geçen ve nahiye ovasındaki köylerin arazilerini sulayarak Kasman nehriyle birleşen Sorpalak çayı.


Bu nehir ve çaylardan başka Civarik, Çor ve Harik derelerinden ve ilçenin birçok kesimlerinde pınar gözelerinden çıkan sular arklara bölünerek Üstükran bucağı ile ilçenin diğer kısmındaki araziyi sular.


Bu nehir çay ve göllerin ilçe bölgesinden akmaları, kaza dağlarının zengin ve sulu bulunması yüzünden bütün Varto iklimi bol otlu, çayır ve çimenlidir. Bu zengin çayır ve meralar, sayısız koyun, keçi ve sığır sürülerini beslemeye elverişlidir. Bundan başka bakılmış özel çayırlarda bir metre boyunda yükselen yeşil otlar yaz aylarında tırpanla biçilerek hayvanatın bütün kışlık yemleri elde edilir.



Varto nehirlerinin Bingöllerde gözelere yakın kısımlarında alabalık ve aşağı kısımlarında sarı-balık cinsleri yaşar. İlçenin bütün ikliminde kurt, tilki, sansar, tavşan bulunur. Dağ ve meşeli yerlerde bol ayı ve domuz vardır. Bingöllerin en yüksek kale ve yalçın kayalıklı yerlerinde dağ keçileri ve geyikler vardır.









Bölüm XII : Varto Halkının Konuştukları Dil, Erkek, Kadın ve Soyadları






Kitabımızın yukarı bölümlerinde açıkladığımız gibi, Varto’da oturan halkın bir kısmı Yavuz Sultan Selim tarafından Anadolu’dan doğuya kaldırılan yakın çağ Türklerinden olan Cibranlı aşireti ve diğer kısmı da Harzem Türklerinden olan Hormek ve Lolan Alevileridir. Yine kitabımızın birçok yerlerinde tesbit ettiğimiz gibi bu her iki kabile de Yavuz Sultan Selim’den sonra öz Türkçe dillerini, doğudaki Kurt-baba ve Dümbeli Dağlı Türklerin o çağda konuştukları Kormançi ve Zazaca ile karıştırmış ve bugün fazlası Türkçe olan bir Zaza ve Kormançi dil halitesiyle konuşmuşlardır.


Hormekliler Horasan’dan Erzincan’a ve oradan Dersim’e sığınarak 835-1419 yılına kadar Türkçe ve ondan sonra Zazaca konuşmağa başlamış ve Dördüncü Sultan Murat devrinde H.1044 de Varto ve Kiği bölgelerine yayılmışlardır. Bu halk, bugün Varto Üstünkran bucağının, Caneseran, Kasman, Civarik, Badan, Hamu, Tatan, Danzig, Rakasan, Sofyan, Şaman, Şorik, Muskan, Haşhaş, Harik, Zengel, Mengel, Kuzi, Ameran, Büyük ve Küçük Üstükran, Çorşan köylerinde ve Karlıova’nın, Y.Şorik, Çiftlik, Kamişan köylerinde ve Kiği, Kârir bölgesinin Darahi, Hırçık, Kurdan, Maskan, Kürikân, Pircan, Sağıyan, Şirnan, Yekmal, Teymurtaş, Ağbinek, Çerne köylerinde ve Pilümer ilçesinin, Karagöl ve Tervan’ın Yukarı Ağuşen, Göller, hölenk köylerinde ve Erzincan’ın Silepür bucağının Büyükköy, Dalav, Şavşek köylerinde, Refahiye ilçesinin Gavur-yurdu, Halitler, Eski-konak köylerinde ve Nazmiye’nin Civarik, Balık, Hormek, köyleriyle Hınıs ilçesinin Koşan, Suvaran, Kolink, Harabe, Karamolla köylerinde ve Göle ilçesinin Konduk ve Gülistan köylerinde oturmaktadırlar. Bu halkın Varto ve Kiği’de bulunanları Zazaca ve Kars, Refahiye ve Kuruçay’da olanları Kormanci ile konuşurlardı.


Yukarıda geçen fasıllarda kısmen belirttiğimiz gibi, herhangi bir milletin ana dili olmayan Zaza ve Kürtçenin tetkikinde, bu dillerin aslen Türkçeden kopmuş ve sonradan Zint, Kildani, Farisi, Ermeni ve Arapçadan yığılmış bir dil ve söz yığını olduğu anlaşılmaktadır. Ari ve Midyalalı lehçelerden başlıyarak Türk ve İran dilinin karışık bir halitesi olan bu dil hakkında tarihler kati bir fikir yürütmemişlerdi. Bazıları bu dilin milattan önce İran serhatlerinde yaşıyan Turani bir kavme ait olduğunu iddia etmiş ve buna Çeçen, Çerkes, Legi dillerini misal göstermişlerdir. Fakat biz bugün bu dillerin konuşmasına bakarak ve kelimelerini tartarak bunun asılsız ve hiçbir milletin malı olmayan ve çeşit milletlerin dillerine karışarak aslından Türkçe olan bir dil olduğunu görüyor ve biliyoruz.


Bu konu üzerinde tetkikler yapan Kadri Kemal Kop, eserinde; Zazaların kaçar Türklerinden olarak İran’dan geldiklerini ve Zaza dili yüzde altmışının öz Türkçe olduğunu ve Zaza kelimesinin Türkçede dil anlamına geldiğini hülâsa ederek diyor ki:


“Kürtçe konuşanların maksatlarını ifade ederken en çok Türkçeden istiâne vehemen aynı kelimeleri tekrar ettikleri – dikkat olunmasa bile – derhal fark olunur.”


Satlık, sat, salık, kalınğ, sanık, tanık, yanık, çalık, kaşmer, kışağı, karaç, kançık, katık, kahpe, kop, koşma, kat, kab, kaz, kurnaz, kavaz, kayış, sağdiç, dal, dalda, dalav, damar, demli, dönek, maskara, üskere, tencere, tekere, çor, şor, bor, çeper, çığır, çığ, dernek, örnek, merek, tezek, ipek, kelek, pertek, terek, ölçek, çuval, çavdar, ambar, boz, koz, söz, bora, hora, pun, bum, pümpar, biçim, içim, segiç, seçim, sorgu, burgu, sürgü, suna, turna, güvercin, öredek, gerdek, melek, şepe, lape, berân, derman, yaman, sülük, şar, bar, kent, gedik, hedik, cirit, cil, çil, çimen gibi ve bunlara benzer yüzlerce söz.


Bu halk tanzimat devrinden beri okuma ve medeniyete atılmış ve milli bütünlüğe doğru ilerlemiş, Cumhuriyet devrinde Erzurum, Kiği, Muş ve Elazığ mekteplerinde yüzlerce genç okutmuş ve yetiştirmiştir. 1928 yılında bu halkın bütün köylerinde millet mekteplerine giden yüzlerce vatandaş okuyup yazmayı öğrenmiştir. Bu halkın aydın tabakası ocakları başında ana dil olarak Türkçe ile konuşur ve halkı tenvire çalışmaktadırlar. Yurtlarını ve milletlerini sevdiklerini hararetle söyliyen bu halkın, Varto ve doğu illerindeki Türk neslinin yakın bir süre içinde kendi asaletlerine ve Türk ırkına yakışmayan bu anlaşılmaz dilleri söküp atacaklarını ve ocakları başında eski dilleri olan Türkçe ile konuşarak asırlar önce yapılan bu hatayı düzelteceklerini ümit etmekteyiz.


Türk oğlunun ileride milli birlik ve bütünlükten ayrılmak acısını görmemesi, milli inanından halis kan ve ırkından şüphelenmemesi için Türkçe konuşması şarttır. Bu şart, İslam dinindeki şartlar kadar ve bir Türk için daha üstün bir farzdır.


Varto’da oturan bütün kabileler arasında pek çok eski Türk adları vardır. En çok aşiret boylarında bu adlar görülür. Mesela: Cibranlilerde, torunu, Sincar, Teymur boyları; Lolanlılarda Kaçar, Kacer, Kimsoranda, Karece, Memiş boyları; Hormeklide Karayakup, Pircan-Pircem, Alhas, Zorteymur, Baluşağı, Arslan, Gedik ve Fereşat boyları gibi.



Bugün hâlâ bu halk arasında: Bali, Muşali, Kara-Ali, Gedik, Suli, Levent, Doğan, Keleş, Memiş, Dursun, Tosun, Kurt, Yiğit, Aynal, Aslan, Tek, Koç, Durmuş, Teymur, Karaca, Çenem, Kılıç, Çolak, Çakır, Yaşar, Köçer, Seviş, Karaman gibi erkek adlariyle; Çiçek, Beyaz, Güzel, Güllü, Turna, Suna, Çeki, Sümbül, Gülsün, Gülçin, Fidan, Sevgili, Hatun, Nazlı, Gülperi, Kumru, Elmas, Şüşe, Tezgül, Akcan, Şeker, Sevdalı, Meral, Gazal gibi eski Türk kadınları adları pek çoktur. Cumhuriyet devrinden sonra doğanlar yüzde doksan öz Türkçe adlarla adlanmışlardır.












19 Mart 2016 Cumartesi

BÖLÜM XI : Eski Örf, Âdet, İnançlar ve Milli Oyunlar






Doğu illerindeki halkın ve en çok Alevi aşiretlerin eskiden kalma âdetlerinden birisi, rumi birinci kânun ayında yapılan (kalkağan) türesidir. (1) Bu türe bugün bile unutulmamış, birçok bölgelerde oynanmaktadır. Kalkağan şenliği gecesinde köyün bütün delikanlı ve kızları bir ev boşaltarak burada el ele verip bar tutar, ve sabahlara kadar oynarlardı. Bu barda, varsa davul çalınır, yoksa delikanlılar türkü söyler oynanılırdı. Bar başlamadan önce bir oğlan, kadın elbisesini giyer, yüzünü kızıl ipekli bir peçe ile örterek güzel bir gelin gibi süslenir. Ayrı bir delikanlı da, başına kalın şal ve keçe parçalarını bağlar, kafasına keçeden bir külah geçirir külahın etrafını ot burmalarıyla sarar, ve bu burmadan beline bir kuşak bağlar, ve keçi kılından düzdüğü bir ak sakalı çenesine yapıştırır, bu adam genç bir kadınla evlenmiş, vahşi bir ihtiyara benzerlik yapar.


Bu komik ihtiyarın adı (Kalkağan) koca, ve genç bir gelin kıyafetine giren delikanlı da onun karısıdır. Kalkağan karısını arkasına takarak elinde müthiş bir sopa ile evleri dolaşır. Yolda yürürken kaba, kaba mırıldanarak ortalığı velveleye verir. Bütün köyün çapkın delikanlıları onun peşine sıralanıp gezerler. Genç kadın kocasından gönülsüz olduğu için arasıra gizliden yüzünü arkasında dolaşan delikanlılara çevirir, onlara işaret eder, kalkağan bu işareti görünce elindeki sopa le delikanlılara saldırır, onları sopalar, kaçırır, karısını hem sopa ile tehdit eder ve hem de kendisine hainlik yapmaması için yalvarır ve öper. Delikanlılar kalkağanın bu kılıbıklığını görünce kahkahayı savururlar. Kalkağan bundan öfkelenerek geri döner, delikanlıları kovalar. Genç gelin meydanda yalnız kalınca, delikanlının birisi onu kaçırmak için bir tarafa saklar. Kalkağan dönüp karısını bulamayınca, küplere biner, yaygarayı koparır. Elindeki sopa ile rastgele saldırır. Nihayet karısını bir gencin yanında bulunca ona sarılır, öper hiçbir şey olmamış gibi; gelini okşar kendisini kayıp ettiği için suç işlediğini ve bu suçunun affını diler, onu tekrar peşine takarak evleri dolaşır. Delikanlılar da yine kendisini takip eder dururlardı.


Kalkağan girdiği her evin sahibi karşısında dikilerek müthiş sesle selâm verir, ve hemen karısının elini tutarak oynar. Türlü maskaralıklar yapar. Bu oyunda delikanlıların genç işaret ettiklerini görünce oyunu bırakarak elindeki sopa ile bunlara saldırır ve öfkesinden ölmüş gibi ev sahibinin önünde yere serilir. Karısı kalkağanın başı ucunda ağlar, onu ayıltır. Ev sahibi kalkağana bahşiş olarak yağ, bulgur, un verir, kalkağan bu suretle topladığı bahşişleri yanındaki delikanlılara sırtlatıp, bar evine döner. Bu evde kazanlar kurulur, aşçılar işler, bütün köyün kız ve delikanlıları sabahlara kadar bar tutar ve şarkı söyler eğlenirlerdi.


Halk, milli âdetlerin ocağa gösterdiği saygıyı unutmamış, eski Türklerde olduğu gibi doğu illerinin bütün kabile ve boyları baba ocağına ve asırlarca önce şehit düşen atalar mezarlarına ve eski Türk bilginlerinin kurdukları ocaklara büyük bir saygı göstermiş, buralarda kurbanlar kesmiş ve ibadet etmişlerdir.


Âdetlerin en önemlisinden birisi de, ölülerin hayratıdır. Bütün köyler her yıl sonbaharda önceden ölmüşlerin hayratını verir. Bu hayrat için birkaç kurban kesilir, kazanlarla et, pilâv, helva pişirilerek bütün köy ve hattâ civar köylere okunarak dağıtılırdı. Bundan başka her köylü, Allah yolunda sadaka olarak birkaç kurban keser, etini bölerek, çiğ olarak komşulara taksim ederdi.


Doğu illerindeki halk ve en çok Aleviler; 17 rumi mart gününü yılbaşı ve bayram sayarlardı. Bunların inanlarına göre, o günü gecesinde herkes uykuda iken bütün dağlar, ağaçlar, nebat ve mahlukat Tanrıya secdeye iner. O gün herkesin yıllık rızk ve mukadderatı tâyin edilirdi. Bu maksatla her evin aile reisi akşamdan evindeki nüfusların adedine göre ufak taş toplar, bu taşları ev bacasının dış kısmında yere kordu. Her taşın hangi nüfusa ait olduğunu içinden belli eder, sabah bu taşlar yoklanırken hangisinin altına kırmızı böcek girmişse, o evin rızkı, o nüfusun yüzünden verilir, diye itikat edilirdi. 17 mart sabahı herkes, güzel giyinir, bayram yapar, bütün evlerde yemekler ve ziyafetler yapılır, köylüye ikram edilir ve yemeğin sonunda ölülerin ruhuna bir fatiha okunurdu.


İklimi havadar olan doğu illerinin köylerinde, eskiden pek az hastalık vardı. İç hastalıklarını bilen yok gibi idi. Sıtmalar iple bağlanırdı. Yalnız, otuz, kırk yılda, bir kere lekeli humma-tifus hastalığı salgın halinde köylere girer, insan kırımı başlardı. Halk bu hastalığın adını ve korunma çarelerini bilmez, buna (hal) hastalığı denirdi, bu hastalığın batın adamları tarafından aşılandığına ve hasta düşeceklerin adlarının batın adamları defterinde yazılı olduğuna ve halkın fermanı olmadıkça, hiçbir kimsenin bu deftere yazılmayacağına ve yazılanların sadaka ve Allaha yalvarışla kurtulacağına itikat edilirdi. Bunun için sağ bir adam hastadan kaçmaz, onun kaşığiyle yemek yer, hastanın terine girer ve hastayı türbe ve şehitlere götürür, bazan böylelerin hastalanmadıkları gibi, hastalar da, vardığı türbe ve ocaklarda iyileşir, halkın itikat ve inanları artar. Sadaka ve şükran kurbanları kesilir ve hiç kimse mikrobun adını bilmezdi.


Hal hastalığı sonbahar ve kış aylarında kendini gösterir, bu aylarda ölüm çoğalırdı. Yaz aylarının güzel kokulu havasında sıtmadan başka hastalık yoktu. Sıtma yüksek yerlerde değil, alçaklarda olurdu. Halk bu sebeple bahar ve yaz aylarını cennet, ve kışı cehennem diye vasıflandırırdı. Baş ağrısı ve sancı için bazı otlar kullanılırdı. Çıkık ve kırık için halktan çok iyi doktorlar yetişmiş, bunlar birçok âzası kırılan bir adamı ayağa kaldırabilirlerdi.


Hasta düşenleri görmeye gitmek ve beraber helva, bal, meyve götürmek, her komşu ve hattâ civar köylü için insani bir borç halini almıştı. Hastanın kuvvet bulması için yağlı yemekler ve helvalar yemeye zorlanırdı.


Ölüme karşı herkeste sonsuz bir saygı ve korku vardı. Azrailin dolaşarak iyi ruhları şefkatle ve kötüleri hışımla alacağına inanılırdı. Herkes bu hükme karşı boynunu büker durur, “ölüm Allahın emridir, bir gün doğan bir gün ölür” diye teselli bulurlardı. Yalnız insanı öldüren, telin ve tedip edilirdi. Çünkü adam öldüren hakkın binasını yıkmıştı.


Ölünün ayaklarının baş parmakları ve çenesi bağlanır, gözleri yumulurdu. Bütün halk ölünün etrafında toplanır, aile halkıyla birlikte ağlardı. Ölüyü yerde bırakmamak için çabuk gömmek ve mezar kazmaya gitmek herkesin borcu idi. Cenaze merasimine bütün köylü ve hattâ civar köyler katılır, bir cenaze alayı halinde mezar başına gidilirdi. Burada matem deyişi olan (suvare) söylenir, halk ağlatılırdı. Eğer ölü bir aile başı veya kabile reisi ise, herkes kara giyer, aylarca matem tutarlardı. Kabile reisinin cenaze alayına gelen diğer bir düşman kabilesi reisi, iyi karşılanır, ve hattâ iki kabile arasındaki düşmanlık kalkar, kanlar bile bağışlanırdı.


Cenaze alayı toplu olarak köye döner, ölünün komşuları tarafından konuklanırdı. Ölünün mezarı terk edilirken birer avuç toprak atılır, oraya götürülen odunlar geri getirilmezdi. Ölünün evinde birkaç gün yemek pişirilmez ve işe bakılmazdı. Ölünün ev halkı, komşuları ve dostları evvelâ ziyaret ve sonra davet edilerek teselli edilirlerdi: Taziyeye gelen civar dostlar ve komşular, ölü ev halkının elbiselerini yıkatır ve karalarını indirirlerdi.


Ölünün elbisesi fakirlere ve ölüyü yıkayan ve namazını kıldıran kimselere verilirdi. Her ölünü başında mutlaka yasin okunur ve gömüldükten sonra telkin verilirdi. Ölünün fesi, saçı vyahut başka bir asârı evde saklanır, bu eşyalar yılda bir kere ortaya dökülerek matem edilirdi. Eğer ölü düşman kabileler tarafından öldürülmüş, bir aşiret ağası veya sayılı bir yiğit ise, bütün kabile halkı yıllarca candan matem tutar, mevcudiyetini intikam uğrunda harcar, intikam alınmadıkça, karalar indirilmezdi. Kabile şairleri, bu acı olay için hazin türküler düzer, onları yanık yanık okuyarak halkı bu intikama teşvik ederlerdi.


Doğu illeri halkının atalarından kalma âdetlerin birisi de mezar kaldırma türesidir. Asya’da eski Türk ataları tarafından düzenlenen bu türe, Rumi haziranın üçüncü günü başlar. O gün ölünün mezarı başında köy ve civar köyler halkı, toplanır, gelen her aile söğüş, kapama, helva, peynir getirir, buraya gelen bütün delikanlı ve kızlar süslü elbiseler giyer. Mezarın başına deste çiçek koyarlardı. Hazin bir türe ile mezarın üstü sökülür, yapılmış taşlar dikilir, mezara iyi bir şekil verilirdi. Bundan sonra yasin okunur, dua edilirdi. Ve daha sonra ziyaretçilerin getirdikleri yemekler birkaç sofra ile yere konur, yemekler yenildikten sonra umumi bir fatiha ile törene son verilirdi. Mezar kaldırma töreninden sonra ölünün karısı veyahut kocası evlenebilirdi. Hiç evlenmeyen ve kocalarının hâtırasiyle yaşayan kadınlar da vardı. Kardeşin kardeş karısiyle evlenmesi içtimai bir borç sayılırdı.


Doğu illerinde Alevi halkında, karısını boşayan yoktu. Kocasını sevmeyen bir kadını hiç kimse kabul etmez, çünkü namus telâkki edilen bu dava ölümle sona erebilirdi. Başkasının karısına göz koymak pek azdı. Aleviliğin bu iş üzerinde çok tesiri vardı. Zina edenler, nikâhlı kadın kaçıranlar, ayin-ceme alınmaz, köylere sokulmaz, bu gibilerle yoldaşlık edilmezdi. İmam Cafer mezhebi üzerine kesilen nikâhta boşanmak yasaktı. İntihar Allaha karşı isyan sayıldığı için hiç kimse intihar edemezdi. Bazan zorla kaçırılan genç kızlar kendilerini iple asarak intihar etmişlerdi.


Lohusa kadınlara çok dikkatli bakılırdı. Kadın doğurur doğurmaz, oğlanın göbeği yeni bir bıçakla kesilirdi. Bıçak akar bir suda yıkanarak sargıya sarılır, oğlanın başı ucuna konulurdu. Kadının sancısını durdurmak için yere biz dikilirdi. Kadın gece beklenmezse, cin, peri ve kâbusların içeri dalarak, kadının ciğerlerini koparacaklarına inanılır, bu sebeple köyün kızları lohusa evinde toplanarak sabahlara kadar bar tutar, şarkı söyler, hastayı bekler ve eğlendirirlerdi.


Kadın yedinci günü çocuğunu beşiğe kor ve kırk gün kimseye göstermezdi. Bu kırk gün içinde lohusa evinde ateş, tuz, kap gibi şeyler dışarı verilmezdi. Erkek evlâdın kızdan büyük bir farkı vardı. Kız el-ateşi, oğlan baba-ocağı sayılırdı. Kızlara, evlenme çağına gelinceye kadar çok iyi bakılır ve iyi beslenirdi.


Kırkını bitirmeyen bir çocuk evde yalnız bırakılmazdı. Çocuğun başı altına bir miktar ekmek konur, yüzü örtülü bırakılırdı. Kırktan sonra çocuğa ad takılır ve kutlanırdı. Zayıf çocukların beline ve başına mavi boncuklar takılırdı. Gece sayıklayan çocuklara cin sataşmış diye başları altına hamail konur ve ip bağlanırdı. Çocuk bir yaşına gelinceye kadar saçları tırnakları kesilmezdi. Çocukları yaşamıyanların üzerinde cinlerin bulunduğuna hüküm edilir, böyleleri için kenarı Kur’an ayetleriyle yazılı tas indirilir, boy ölçüsü baba ve hocalar tarafından bağlanırdı. Yahur nefesi keskin erlere ve türbelere gidilerek teherrik alınırdı.


Büyümüş bir çocuğun vazifesi; babasının huzurunda konuşmamak, sigara içmemek, babasıyla sofraya oturmamak, köy içinde haylazlık, kumarbazlık gibi şeylerden kaçınmaktı. Çocuk akrabasından ve köy halkından büyüklere karşı terbiyeli davranır, onlara saygı gösterir, yalan söylemezdi. Çocuklara babaları yüz vermez, kızlarını terbiyeli ve oğlanları hem terbiyeli ve hem de her güçlüğe karşı koyabilecek metin birer delikanlı olarak yetiştirirlerdi. Bu halk arasında zührevi hastalıklardan eser yoktu.


Doğu halkının ve Alevi aşiretlerinin en eski âdetlerinden birisi de sünnet düğünleridir. Bunun tarikatta büyük bir önemi vardır. Çünkü Hazreti Peygamber, torunları İmam Hasan ve İmam Hüseyin’i sünnet ederek kirveliğe büyük bir kıymet vermişti. Kirvelerin aralarına imam kanı girer, kirveye hıyanet yapılmaz, çocuğunu sünnet eden kimse ona; sevdiği ve beğendiği bir kimseyi kirve eder, kirvesini merasimle evine davet ettikten sonra komşularını ve dostlarını bir davetiye (mum) ile toplar, düğün evinde ve köy meydanında davullar çalınır, atlılar cirit oynar, kadın erkek bar tutar, şenlik yaparlardı. Akşam bar için bir ev boşaltılır. Davetliler ve köy halkı sabahlara kadar burada davul çaldırır ve oynarlardı. Konaklarda sazlar çalınır, eğlenilirdi.


Ertesi günü çocuklar kirvenin kucağında oturtulur, sünnet edilirdi. Sünnet arasında kirve çocuğa getirdiği elbiseleri, parayı verir, sünnet yapıldıktan sonra çocuğun babası bu hediyelerin iki katını kirveye verir, mecliste bulunanlara da ayrı ayrı hediyeler verirdi. Bundan sonra şerbetler dağıtılır, meydanda birkaç kilim serilerek et, pilav, helva, hoşaf kaplarından büyük bir sofra kurulur, bütün davetliler ve halk yemek yer, meydanda cirit ve milli oyunlar oynanarak törene son verilir, herkes izin alarak evine giderdi.


Sünnet evinin köylüsü ve akrabası çocuğun babasına yardım eder, misafirleri konuklardı. Bazan kirvelik birbirinden adam öldüren iki aile veya aşiret arasında olur, kirveliğin hürmetine kanlar bağışlanırdı. Bu şekil kirveliğin önemi artar, düğün evine yüzlerce atlı yığılır, tören bir hafta sürer, böyle bir kirvelikte yüzlerce sarı altın harcanır, büyük masraflar yapılırdı.


Doğu illerinin bütün kabile ve boylarından düğün türeleri en başta gelir. Halk ötedenberi serbest bir şekilde biribirinden sakınmadıkları için bir delikanlı istediği zaman bir kızı görebilir ve evlenebilirdi.


Oğlan kızı gördükten sonra yakın bir sırdaşiyle annesine haber gönderir, annesi bu işi babasına duyururdu. Baba ilk önce yakın akrabasına ve dostuna danışarak işe başlar, ya kendisi veyahut hatırı sayılan bir adamını kızın babasına gönderir, kızın babası; annesi vasitasiyle kızı yokklar, rızası varsa oğlan babasına söz verirdi.


Oğlanın babası bu sözden sonra akraba ve köylüsünü toplıyarak kızı istemeye gider, kız evinde büyük bir cemaat toplanırdı. Meclisin bir diyeceği olmadığını söylerdi. Ve sonra kalınığ-başlığını iki kat olarak ister, bunun bir mislini meclisin hatıraına bağışlari başlığı keseri meclis diz üstüne gelip Allahın emri der seslenirdi. Kızın babası başlığından bir miktarını Allah emri için bağışlar, dua okunur, meclis ayağa kalkıp öpüşür, şerbet içilir, törene son verilirdi. Köy delikanlıları bar tutardı.


Kız istenildikten birkaç ay sonra oğlan kızı görmeye gider, ikinci bir nişan takardı. Oğlan, kız evinde üç gün konuklanır, kız evine getirdiği hediyeleri verirdi. Oğlan evine döneceği gün kayınbabası ona, ve beraber geldiği atlılara birer hediye verirdi. Oğlanın hediyesi bir at veyahut bir tüfekti.


Kız isteme dışında olarak, kız kaçırma suretiyle evlenenler de pek çoktur. Bu işte ilk önce kız, oğlan birbirini görür, beğenir, ondan sonra oğlan bir gece içinde kızı kaçırır, akrabasından veyahut hatırı sayılan bir adamın evine götürürdü. Ev sahibi iki gün içinde etrafını dinler, kızdan gönüllü olduğunu sorar, nikahlarını kıyardı. Gerdek gecesi ev sahibi et, pilav dağıtır, düğün yaptırırdı. Ev sahibi düğünü yaptıktan sonra, oğlanın babasiyle görüşür, bir alay atlıyla kızın babasına giderlerdi. Kızın babası önce kızar, öfkelenir, sert yüz gösterir, fakat oğlan tarafı bunlara katlanır, yalvarır, kızın babasının gönlünü alır, istediği başlığı verir barışırdı.


Eğer bu kaçırma başkasını zarara sokmuş, veyahut ayrı bir kabileyi ilgilendirmişse ve kız nişanlı ise, o zaman iş değişir, bazan bu yüzden iki kabile veya köy birbirine girer, ortada kanlar dökülürdü. Akranıyla kaçmıyan bir kız affedilmez, hatta hizmetçisiyle kaçan bir ağa kızı, oğlanla birlikte öldürülürdü.


Kız istenilip nişanlı tarafından görüldükten sonra kız ve oğlan babaları görüşerek gelin getirme günü tayin ederler. Bu süre en çok bir yıl veya altı aydır. Düğünler sonbaharda yapılır, çiftçi bu mevsimde işlerini toplamış altına bakmış, durumunu düzeltmiştir.


Düğün günleri yaklaşınca oğlanın babası civar köylere (mum) denilen birer elma veya şeker parçası evlere göndererek, halkı düğüne davet eder. Bu suretle çağrılan bölgenin bütün atlıları düğün köyüne gelir, konaklara yerleşirler. Düğüncüler, arasında hatırı sayılır ağalar ve zenginler de bulunur, bunların hizmetçileri beraber gelir, ayrıca düğüne piyade köylü de gelir, bunlar bar tutar, düğün alayı ile kızın köyüne gitmez kız gelinceye kadar güveyi eğlendirirlerdi. Oğlanı giyindirir ve eline kına yakarlardı.


Düğün alayı oğlanın köyünde toplanır, babası kendi evinden veya akrabalarında düğün alayla gitmek için iki genç gelin hazırlar, bunlara (berbü) namı verilirdi. Berbüler gelini getirmek için düğün alayıyla giderlerdi.


Düğün alayı ve berbüler binerken, düğün alayı yolda cirit oynar, türkü söyler, kızın köyüne gidilirdi. Bazan kız tarafından atlıları düğün alayını bir saatlik yoldan karşılar “hilât” verilmezse külâh kaçırırlardı. Düğün alayı köye gidince düğünün başı ve berbüler kızın evine iner, diğer atlılar köye dağılır, köylü bunları gayet iyi karşılardı. Kız tarafı o akşam bar için bir ev boşaltır, kız tarafının bütün kız ve delikanlıları ve düğün alayı bu evde sabahlara kadar bar tutar ve davul çaldırırlardı. Ve her gün sabah akşam köyün meydanında cirit oynanılırdı.


Bar evinde kız tarafı maskaralık olsun, (eşek) ister, düğüncülerden gözlerine kestirdikleri birisini eşek diye gösterirlerdi. Bu hadise bazan gülüşmeler ve bazan kavgalarla biterdi. Ciritten sonra her iki tarafın en iyi atları koşuya gider, hangi at çıkarsa o taraf şöhret kazanırdı. Düğünlerde bazan her iki taraf delikanlıları güreşir, ağır taş atar, mania atlar, ve meclislerde şairlerini imtihan ederlerdi.


Kızın babası bir taraftan düğüncüleri idare eder, diğer taraftan kızın hazırlığiyle uğraşırdı, kızın çıkacağı sabahın akşamı, bütün köyün kız ve gelinleri, kızın odasına girer ellerine kına yakar, bar tutar ve türkü çağırırlardı. Berbüler; kızın el ve ayaklarına, ve düğün alayı atlılarının ellerine kına yakar, herkes kına hediyesi diye gelinin sandığına bir miktar para bırakır, bu paralar berbüler tarafından toplanarak kıza teslim edilirdi. Kızın kardeşi öz eliyle kızın kuşağını bağlarken berbüler ona münasip bir hediye verirlerdi. Kız bütün gün ve gece ipekli perdeler arkasında berbülerin yanında oturur ve kimseye görünmezdi.


Kızın evden çıkacağı sabah, babası kazanlar dolusu, koyun ve kuzu eti, pirinç pilavı, helva ve hoşaflar, yoğurt ve peynirleri meydanda birkaç kilim üzerine düzer, bütün düğün alayı ve köylü saf saf bu sofraya oturur, yemek yer , ayrıca bütün evlere kaplarla yemek gönderilirdi.


Yemekten sonra bütün düğün alayı atlara binerek kızın kapısına gelir. Evvela gelini, sonra berbüleri bindirerek türkü ve silah sesleri arasında yola çıkarlar, kızın kardeşi veya akrabası birkaç atlı ile bunları bir saatlik yolda uğurlar, bunlar hilatları verilerek geri çevrilirdi.


Düğün alayı oğlanın köyüne yaklaşınca: atına güvenen bir delikanlı, cihazın yastığını köye doğru kaçırırdı. Düğün alayında bir kafile atlı, bunu takip eder, yetişirlerse yastığı bir başkası alır köye gider, yetişmezlerse, atlı yastığı kurtarmış ve köye gitmiştir. Güvey bu atlıya bir hediye verir, at nam kazanır. Güvey düğünün köye yaklaştığını anlayınca, komşulardan birisinin evine gider, bir sürü delikanlı etrafında toplanır, onu “elma atma” töreninden savunmak için ellerine birer sopa alırlardı.


Düğün alayı oğlanın evi kapısında atbaşı eder. Oğlan sağdıç ve delikanlılar girdikleri evden çıkar, düğün evinin siviğine gelirler. Oğlan ve sağdıç (ağızları mendillerle örtülü olarak) ellerindeki elma ve yemişleri siviğin önünde at üzerinde duran gelinin başına saçar, çocuklar bu yemişleri toplar, onlar da evvelce oturdukları eve doğru kaçarlar. Düğün evinin kapısında bir alkış tufanı kopar, kayın atası gelinin hilâtını vererek attan indirir, berbüler gelinin ayakları önünde desti kırar, onu alıp içeriye perdelerin arkasına götürürlerdi.


Gelin istirahat dalar, güvey bulunduğu evde, arkadaşlarıyla vakit geçirir, düğün alayı inmeden meydana girip cirit oynar. Akşam yemeğinden sonra bütün düğüncüler bir evde toplanarak çaldırır ve bar tutarlardı. Güneş doğarken oğlanın evinde et, pilav ve helva kazanları ortaya çekilir, iyi bir salon veya damda büyük bir sofra kurularak yemekler yenir, yemekten sonra gelinin cihazı açılır, geline ait eşyalar kendisine gönderilir. Çorap, heybe, çamaşır ve at çulu gibi şeyler, düğün atlılarına ve köy halkından münasip olanlara dağıtılırdı. Cihaz fazla olursa, kızın babasının kıymeti yükselirdi. Düğüne davet edilenler, hallerine göre düğün evine koyun, yağ, bulgur gibi şeyleri beraber getirirlerdi. Böylelerine at çulu ve çamaşır verilirdi. Hediyenin en ağırı düğün alayı başına verilirdi. Ve düğün alayı dağılırdı.


Gelin perde arkasına geldikten sonra berbüler ellerine “çeres” sinisini alarak güveyi görmeğe gidip kızın yanına getirirlerdi. Güvey gelin odasına girince gelin onu karşılar ellerini birbirlerine takar görüşürlerdi. Sağdıç kapıda nöbet bekler, gelin güvey murat alınca sağdıç, beş el silah atar, içeride bar tutan kızlar gülerek barı terk edip evlerine giderlerdi. Gerdeğin sabahı, oğlanın annesi büyük bir sofra kor, köyün bütün kâmil kadınlarını davet eder, kızın bekâretini temiz bir bez içinde kadınlara gösterip, kızın namuslu olduğunu ispat ederdi. Bekâreti kadınlara gösterilmeyen kızın kızlığından şüphelenir, bozulan bir kız ertesi gün babasının evine geri çevrilirdi. Eğer erkek kılıbık ise, veyahut kızın geri gitmesinde mühim, ve güç bir iş doğarsa, buna göz yumulsa dahi, o gelin bütün hayatında karanları ve halk arasında namussuz olarak sayılır, kocası sırası geldikçe onu zehirler ve öldürürdü. Böyle bir kadın öldürülmezse dahi, ebediyen kocası, annesi, babası ve öz akrabaları yanında gözden düşerdi, fakat bu hadise ancak binde bir ya olur veyahut olmadı.


Bir gelin yaşlı kadın ve erkeklerle kocasının babası ve ağabeyesi ile konuşmaz ve onlara yüzünü göstermezdi. O ilk gün oğlan evine gelince kayın annesiyle konuşur, bir evlat gibi ona sokulur, onun hizmetinde kusur işlemezdi. Gelinin babası ve komşuları onu ziyarete gelince, gelin kendisinden büyüklere yüzünü göstermez ve onlarla konuşmazdı. Onların hal hatır sormalarına karşı, elini göğsüne basarak saygıyla eğilir ve getirdikleri hediyeleri alır kabul ederdi. Bazan da kayın annesi geline tercüman olur, söylediklerini ziyaretçilere anlatırdı. Gelen ziyaretçiler gelinin genç akrabaları, dostları ve çağdaşları ise, gelin bunları tatlı yüzle karşılar, kendileriyle konuşur ve yanlarında otururdu. Gelin bunların hediyelerini bir kardeş gözüyle kabul eder ve kendilerine karşılık olarak, çorap, mendil ve sarma gibi hediyeler verirdi. Gelin huysuz tanıdığı bir akraba veyahut dost delikanlı ile konuşur, hediye alır, verir, fakat yanında oturmaz ve yüzünü göstermezdi. Gelin evde kendisinden büyük olanların yanında çocuğunu kucağına almaz ve ilk çocuğunu doğuruncaya kadar başka birisinin kız çocuğunu kucağına almazdı.



Milli inanlara gelince: 

Doğu illerindeki boy ve kabileler ayrı ayrı birçok inanlara kapılmışlardı: bunlardan bazıları; güneş doğarken, selavat verir ve omuzunu öperlerdi. Ay ve güneş karşısında dua ve ibadet edilirdi. Bilhassa Aleviler ay Ali’nin, güneş Muhammed’in nurudur derlerdi. Ay ve güneşin, yıldızların ve eşref saatinin insanlar ve insan hayatı üzerindeki tesirine herkes inanırdı. Husuf, küsuf hâdiselerini bir gazabi-ilahi telâkki eder, böyle hallerde kurban keser, ve sadaka dağıtırlardı.


Yüce dağların uçlarına, asırlık ağaçlarla, şehitlere, bir yerden akan sayısız pınarlara saygı gösterilir, bunlara gerçekler ve erenler durağı denilirdi. İyi adamların Tanrı timsali ve kötülerin şeytan misali olduğuna inanılır ve insanları yoldan çıkaran şeytana her konuşmada lanet söylenirdi.


Halk her türlü hastalık ve ağrının Tanrı buyruğuyla gezen batın erenleri tarafından aşılandığına, ölen ve kurtulan kimselerin adlarının batin erleri defterinde yazılı olduğuna inanırdı. Her hastanın başı ucunda bir batin erinin beklediğine hüküm edilirdi. Halkın en çok korktukların hepsine birden hal denirdi. Sayıklayan hastanın “hal” adamlariyle konuştuklarına inanılırdı. Hal bütün hastalıkların en ağırı ve kötü-dert dedikleri (cüzzam illeti) de hastalıkların en kötüsü ve korkuncu idi. Bu illete yakalananın evine gidilmez, yanına oturulmaz, elini sürdüğü yemek ve eşya parçasına hiç kimse dokunmazdı. Cüzzam illeti, Allahın şifası mümkün olmıyan bir kahrı idi. Böyle bir hasta için hiçbir ümit beslenmez ve doktora götürülmez evinde düşünür ölümü beklerdi. Diğer hastalıklarda hiç kimse birbirinden kaçmaz, sakınmaz, hasta ile beraber yatırılır, kaşığından yemek yenir, adı gayp defterinde yazılı olmadıkça hiçbir hastalığa yakalanmazdı.


Çor, veba gibi esrarlı hastalıklardan pek fazla korkulurdu. Birisine beddua edilirse, çor, kötü-dert, yanıkara diye söylenirdi. Bu kelimeler bazan ağır yemin ve şartlarda kullanılırdı. Bunlardan başka bir de cin ve periye inanılır, saralı insanlara cinlerin musallat olduğuna hüküm edilirdi. Halkın itikadına göre, bir cin veya peri güzel bir gelini ve bir peri kızını, genç bir delikanlıyı sevdiği için ona sataşıyordu. Bunlar cin veya peri ile uyuşmadıkları için, bunlar tarafından boğazları sıkılarak köpükler içinde kalıyorlardı. Böylelerini hocalara götürüp daire indirir. Kur’anın âyetleri yazılmış tunç taslar indirilir, boy ölçüleri bağlanır ve bazan isabet hasıl olur, bu yüzden halkın inanışı kuvvetlenirdi.


Halk günlerin iyi ve kötüsüne inanır ve bu sebeple bazan önemli işlerini tehire uğratırlardı. Salı günü ağır ve saygılı idi bu günde önemli işler yapılmaz ve sefere çıkılmazdı. Cumartesi meşumdu, bugün düğünlere gidilmezdi. Pazartesi ve Perşembe günleri çok uğurlu ve hayırlı sayılırdı. Cuma günleri rahmet, hayır ve ihsan günleriydi. Bütün hayrat Perşembe ve Cuma akşamları verilirdi. Dualar ibadetler hep Cuma gecesi yapılırdı. Bu gecede hayır meleklerinin göklerden ineceğine ve zikr yerinde hazır bulunacaklarına itikat edilir, bu sebeple Cuma geceleri evlerin  bütün köşe bucakları süpürülür, mumlar yakılırdır. İbadetler, gerdekler, Cuma gecesi yapılır, köşe bucakta süprütü bırakılmaz, soğan ve sarımsak yenilmezdi. Pazar günleri alışveriş için iyi sayılırdı. Çarşamba günü tohum atılır, binalara başlanırdı.


Doğu illerindeki Sünni halk tavşanı sever ve yerlerdi. Tilki eti Şafilerde helâldi. Buna mukabil Aleviler tavşandan fazla iğrenir, tavşan yolda uğura çıkınca dönerlerdi. Tilki ve kurt uğura çıkarsa, hayırlı sayılırdı. Tilkiye dokunulmaz ve avlanmazdı. Kuşların en meşumu baykuş, en müfsidi keklik ve en hayırlısı turna idi. Kırlangıç mukaddesti, hudhut hayır bekçisi sayılırdı. Turnada İmam Ali’nin sesi vardı. Geyik Peygamberin sevdiği bir hayvandı, bunlar avlanmaz ve öldürülmezdi. Güvercin mübarek bir hayvan sayılır, fakat evlerde saklansa uğursuz sayılırdı. Horoz sabahı haber veren hayrın elçisi idi. Fakat tavuk horoz gibi öterse derhal kellesi kesilirdi. Hayvanların en melunu domuzdu. Ayı, merdut ve habisti. Peygamber çağında sadaka vermiyen bir Yahudi ayı olarak dağa çıkmıştı. Koyun mübarek, koç kurban ve at kardeş ve murattı. At ile savaş kazanılır, düşman kovalanır, at ile dar günde kaçıp kurtulunur. At ile bir sevgili kız kaçırılır, at ile darda kalanların imdanına gidilir. Darda kalanların canına yeten Bozatlı Hızırdır denilirdi.


Zor işlerde doru ata güvenilir,demirkır atlar mübarek ve süslü sayılır, al at hünersiz, kula meşum yağız huysuzdu. Bir atlı ile bir yayanın saygısı arasında çok fark gözetilirdi. Her yıl birçok atlar koşuya gönderilir, bunlardan birinci gelene herkes bir sevgi ve saygı gösterirdi. At sahibi ayrıca bir şeref kazanırdı. İyi bir at, bir koyun bir kabilenin yüzünü ağartırdı. Halk baytarları, atları çok güzel tanıyor, her atın ne kadar mesafe gideceğini biliyorlardı. Bu baytarlar, çöpleme, salım, şecere, su inme, beğe, sancı, bürün ve göz gelmeleri, kurbağa ve domuzbaşı gibi hastalıkları ot ilaçları ve dağlarla tedavi ederlerdi.


Kurban bayramında koyun kesmek, aşure aşını vermek büyük bir hayır sayılırdı. Kanun aylarında bozatlı hızıra ve muharremde imamlara, oruç tutulurdu. Üçler, beşler, yediler, kırklara manevi bir sevgi ve saygı gösterilir, gayip erenlerin her yerde hazır olduğuna itikat edilirdi. “Hızır cuması” kurban kesilir, ibadet edilir ve delikanlılar o gece su içmez, rüyada hangi kızın elinden su içerlerse, onunla evleneceğine inanılırdı. Bazı delikanlı veya kızlar o gecenin sabahında karların üzerine bir parça ekmek korlardı. Karga o ekmeği hangi tarafa götürürse, o köyden evleneceklerine inanırlardı.


Milli oyunlara gelince: doğu illeri halkının en eski oyunlarından birisi cirit oyunudur. Herkes eylülden sonra atını bağlayıp arpasını bol verir ve idman ederdi. Düğünlerde geniş meydanlarda karşı karşıya ellişer ve daha fazla atlı seçilir,cirit oynarlardı. Her iki alay atlı arasında yüz metreye yakın boş bir saha bırakılır, saflardan ayrılan bir atlı, bu boş sahanın ortasına gelerek karşıdaki alaya cirit atar ve geri dönerdi. Karşıki alaydan çıkan bir atlı, bu atlıyı kovalar, ciriti ya ona veyahut onun arkadaşlarından birisine atar, bazan isabet ettirirdi. Bu suretle başlıyan cirit oyunu ortadaki hududu geçmemek üzere saatlerce sürer, en son her iki alaydan seçilen iyi atlar bin metrelik bir koşuya gider ve merasime son verilirdi.


Sonbahar aylarında köy delikanlıları çal oyunu oynarlardı. “Çal” oyununda üç ayaklı, otuz santim yükseklikte bir ağaç dikilir, buna korucu denilir, bir nöbetçi sıra ile tutulur, köyün delikanlıları yirmi metreden çalasopa atarlardı. Atılan sopalar isabet etmezse, hep korucunun önüne gider, hiç kimse sopasını almağa gitmezdi, bunlardan birisi isabet ettirirse, delikanlılar hep birden koşup sopalarını almağa başlar, bu sırada korucu el çabukluğu yapar, çalı diker ve elindeki uzun ağaçla bu delikanlıların birisini vurursa, o delikanlı korucu yerine girer, korucu yakasını siler sopa atanlara karışırdı.


Köylerde bir de gelin oyunu vardı. Bu oyunla karşı karşıya üçer taş dikilir, delikanlılar ikiye ayrılarak bu taşlara nişan atarlardı. Hangi taraf tez taşlarını devirirse öteki tarafa binerdi. Bundan sonra delikanlı güreşleri başlar, buna bütün köy katılır, hasmını sırt üstü indiren alkışlanır ve sevilirdi.


Köy delikanlıları eskiden askerlik oyununu oyar, ağaçtan ata biner ve ağaçtan kılıç ve tüfek kuşanırlar ve iki parti olarak dövüşürlerdi. Partinin birisi leventler, ötekisi askerlerdi. Bunlar saatlerce çarpışır, yorulunca dururlardı.


Doğu illerinin hemen bütün kesimlerinde eskiden çir oyunu oynanırdı. Pek eski adetlerden oluğu anlaşılan bu oyun, muntazam bir spordu. Bu oyun kar yağınca başlar, geniş bir meydanın altına ağaçtan bir hedef konulurdu. Köyün delikanlıları ikiye ayrılarak karşı karşıya geçerdi. Yukarıya geçen takım aşağıda bulunan takımın önünden koşup hedefe varacaktı, fakat aşağıdaki takım, bunların önüne geçip hedefe varmadan herkes hasmına hafif bir tekme ile işaret edecek, yine bunları geri döndürecekti. Eğer aşağıdaki takımdan birisi koşu ile hasmını tutmaz, hedefe varmasına yol vermişse bu defa aşağıdaki takım yukarıya geçer, öteki taraftan tekme yerdi. Bu şekilde başlayan oyun saatlerce sürer, oyuncular ter altında kalır. Bazı meşhur oyuncular hasımlarının kafaları üstünden aşarak hedefe varırlardı. İzzetinefis davası olan bu oyuna bütün köylü, halkın eşraf ve ileri gelenleri temaşaya gelir, bunlar oyuncuları idare ederlerdi. Bu oyun seferberlikten sonra yazık ki, terk edilmiş bulundu.


Doğunun birçok kesimlerinde kar yağınca, köy atlıları birleşerek kurt avına giderlerdi. Bu atlılar kurt sürülerini önlerine katar, akşama kadar kar içinde kovalar, kurt yorulunca ağzını açar, atlı inip kurdun ağzına soktuğu bir sopa ile ağzını bağlayarak köye getirirdi. Ve köyde köpeklere gösterilerek oynatılırdı. Korkak köpekler kurdu görünce yaygarayı koparır, kaçar ve ciğerli köpekler hazır bağlı olan kurdun üzerine atılır, hayli bir boğuşma sonunda kurdu boğardı. Sonbahar aylarında silahla ayı avı yapılır ve kurşunla vurulurdu. Bazen ayı yaralı olduğu sırada atlılara saldırır; pençesine geçirdiklerini yırtar ve parçalardı. Bunun için ihtiyatla hareket edilir, bilhassa yaralı ayı üzerine varılmazdı.


Yaz ve sonbahar aylarında keklik, bıldırcın avına giden bazı avcılar da vardı. Ördeğe fazla itibar edilmez, sonbaharda bazı bölgelerde toy kuşu avlayanlar vardı. Geyiğe, turnaya kurşun atılmazdı. Bazı kesimlerde sansar avı yapılır, küçük köpeklerle bu hayvan ininden çıkarılarak derisi ağır fiata satılırdı.






(1) Besim Atalay, Bektaşilik edebiyatı adlı eserinde; Kalmok Türklerinin en büyük bayramlarından birisi bu aydadır diyor.