31 Mayıs 2015 Pazar

Bölüm VII: İstibdat Devrinde Doğu İlleri , Hamidiye Alayları ve Aşiret Kavgaları






Sultan Hamit, Tanzimat Türklerine ve hattâ güya Avrupa devletlerine karşı saltanatını korkudan çıkarmak için 1307-1891 tarihinde doğu illerimizde 36 atlı Hamidiye Alayını teşkil etmiş, bu teşkilâta; tarihimizin yukarı kısımlarında açıkladığımız gibi, Yavuz Sultan Selim tarafından Anadolu’dan doğu illerimize kaldırılan ve sonradan Kormanço şubesi adını alan yakın çağ Türk aşiretlerini dahil etmişti.


Sultan Hamit, istibdadını yürütmek için artık temelli olarak bu aşiretlere Kürt ve doğu illerine de Kürdistan ve kendisine de Kürtlerin babası demekteydi. Vatanına ve milliyetine hıyanet eden bu padişah, doğu illerimizin Kürdistan ve buradaki aşiretlerin de Kürt olmadığını biliyordu. Onun şahsi saltanatı uğrunda söylediği bu sözler, o gün doğu illerinin Türklüğünü yoketmeğe kâfi gelmiş, özbeöz Türk soyundan olan doğu halkını, Yavuz’dan sonra bir kere daha felâkete sürüklemişti.


Yavuz Sultan Selim devrinden önce yazılmış tarihlerin gerçekte Kürt olarak tesbit ettiği bir millet ve doğu illerimizin coğrafi durumunda yazılmış bir Kürdistan adı yoktu. Sultan Hamit bunu biliyordu. Fakat o, Tanzimat Türklerine karşı saltanat ve istibdadını ayakta tutabilmek için, coğrafi ve idari durumdan, istibdada elverişli olan doğu illerimizi o günkü, aşiretlerin her üç şubesinin nüfusça en kalabalığı, zengini ve azılısı bulunan Kormanço şubesindeki aşiretleri Hamidiye teşkilâtına alarak, bunları Türklük ve gençlik cereyanlarına karşı bir kalkan gibi kullanmak istemişti.


Dördüncü Ordu Müşirliğine tâyin kılınan Çerkes Mehmet Zeki Paşa, Erzincan’a gelmiş doğu illerimizdeki Kormanço şubesine dahil aşiretler arasında Hamidiye teşkilâtını kurmak üzere Mirliva Mahmut Paşa’ya Van, Malazgirt, Hınıs ve Varto’ya göndermişti.


Kormanço şubesi, Mil ve Silif adlı iki partiye ayrılmıştı. Bu partilerin her birine bir aşiret mirvalığı ile beher alay komutanına birer kaymakam rütbesi verilmişti.


Mil partisinin livası, Viranşehir bölgesindeki çöllerde bin çadırlık aşiretiyle dolaşan, Milan aşireti reisi İbrahim Paşa idi. Bu paşanın komutası altında : Varto, Karlıova, Bulanık’ta oturan Cibran aşiretinden teşkil edilmiş dört Hamidiye alayı, Malazgirt bölgesinde altı adet Hasanan aşireti Hamidiye alayı, Hınıs’ın Tekman, Köksü, Hacı Ömer bölgelerinde iki tane Zırkan aşireti, Hamidiye alayı, merkezi Viranşehir olmak üzere beş tane Milan aşireti Hamidiye alayı, bir tane Karaçeki aşireti alayı ve Urfa’nın Sürüç ilçesinde iki tane Berazan aşireti, Hamidiye alayları vardı.


Silif yahut Mil partisinin livası, Pantos’ta oturan Hayderan aşireti reisi Mirliva Hüseyin Paşa idi. Bu paşanın komutası altında : Muradiye, Patnos ve Van bölgelerinde oturan beş adet Hayderan aşireti Hamidiye alayı, Ağre’da bir Ademan ve bir Takoriyen aşiret alayı, merkezi Ağrı, iki Zilan ve bir adet Celâli aşiret alayları, Eleşkirt’te bir tane Sıpkan aşiret alayı vardı. Bu aşiret alaylarına birden başlayarak 33 numara sıraiyle verilmişti. Bunlardan başka Zilanlı Selim Paşa’ya bir mirlivalık rütbesi, Babakürdü şubesinden Mistoyi Miran’a paşalık verilmişti.


Her Hamidiye alayı bin iki yüz atlı idi. Her alayın başında tek bir harf okunmasını bilmiyen bir kaymakam dikilmişti. Bu kaymakam o aşiretin eski ağası idi. Her alayda yine aşiret ağasının akrabasından iki binbaşı ve aşiretin ileri gelenlerinde dört yüzbaşı ve sekiz mülâzim vardı. Bunların hiçbirisi okumak bilmezdi. Her alay kumandanı zorla bir kâtip bulabilmişti. Alayın bütün atları aşiret eratının öz mallarıydı. Bu atlara o alayın damgası vurulurdu. Alay paşalarına, kaymakam ve zabitlerine padişah hazinesinden dolgun maaşlar ve hediyeler verilirdi. Eratın silâhları, kısmen bunların eşkıyalıkta kullandığı silâhlar ve kısmen de devletten verilmiş tüfeklerdi. Ümerâ ve zabitanın kılıçları ve elbiseleri devlet tarafından veriliyordu. Doğu illerindeki bu Hamidiye kaymakamlarının sayıları, Varto’da Cibranlı Mahmut Bey, Cibranlı Sincar İbrahim Bey, Karlıova’da Cibranlı Maksut Halit Bey, Malazgirt’te Fethullah Bey, Hasanalı Halit Bey, Sıpkanlı Abdülmecit Bey’lerdi.


Bu aşiret liva ve kaymakamları, 1309-1893 yılında Erzincan’da Müşir Mehmet Zeki Paşa’nın yanında toplanarak İstanbul’a Sultan Hamid’in yanına gitmişlerdi. Sultan Hamit, bunları gözden geçirerek rütbelerini takmış ve bunların yakışıklılarına kılıç, paralar ihsan etmişti ve onlara :  “ Benim, kürtlerin babası olduğumu unutmayın!” diye iltifat etmişti.


Sultan Hamit, o gün bu aşiret ağalarına verdiği geniş selâhiyet ve rütbe ile, doğu bölgesindeki şehirlileri, esnaf ve tüccarı ve doğu illerindeki çiftçi ve halk tabakasını ve bu illerde, biz Türküz, diyenleri bu Hamidiye alaylarına birer esir gibi teslim ederek, onları aşiret alaylarına soydurmuş, kırdırmış ve ezdirmişti. Koskaca bir Türk İmparatoru olan bu zalim padişah, bilerek Türk ırkının düşmanı kesilmişti.


Hamidiye liva ve alay kumandanları, İstanbul’dan döndükten sonra, istibdadın en karanlık zirvesine çıkmış bulunuyorlardı. Bu aşiret ağaları, Hamidiye unvanı altında büyük bir debdebe ve saltanata kavuştuktan sonra kendilerini hiçbir kanuna tâbi tutmadan mülkiye adını alan doğudaki diğer aşiretleri, komşuları olan halkı, şehir ve kasabaları soymağa ve doğu illerini yakıp yıkmağa başladılar. Padişahın ellerine verdiği silâh ve salâhiyetle çok amansız harekete geçtiler. Doğu illerinde, Sultan Hamid’in ve kara kuvvetin birer müstebit ve kanlı kolları gibi uzanan Hamidiye alayları, doğunun bütün dağ ve derbentlerinde yollar kestiler, kervanlar soydular. Halkın malına ve canına kıydılar. Binlerce masum köylünün kanlarını döktüler ve bununla da kalmıyarak Hamidiye teşkilâtına girmiyen kabile ve aşiretlerin köylerine baskınlar verdiler, can yaktılar, mal talanladılar.


Hamidiye alaylarının İstanbul’dan aldığı kara fikirler artık doğu illerinin rengini tamamen değiştirmiş, müstakil hareket eden 36 kanlı beylik yaratmıştı. Bu beylikler, kendilerini yalnız Sultan Hamid’in Kürtleri ve oğulları, din ve şeriatın arkaları, insanların en kutsalları, Türklüğün düşmanları ve yurdun Con Türklere karşı müdafileri sayar ve kendilerini hiçbir kanuna tâbi tutmadan doğunun diğer kabile ve halkını karşılarında köle ve kul biliyorlardı.


Osmanlı İmparatorluğunun orta devrinden başlayıp Sultan Hamit çağında tamamlanan bu yıkıcı siyaset ve zehirli duygulardan doğan Hamidiye teşkilâtı, az bir müddet içinde doğudaki Türk nesli arasına müthiş bir kötülük ve nefret uyandırmış, milli birlik ve bütünlüğü çok ağır bir surette parçalamış, Hamidiye olmıyan halkı bu aşiretlere ezdirdikten sonra, menfaat ve saltanat hırsiyle deliren bu alayları ve hatta bir alayda olan öz kardeşleri birbirine musallat ederek, doğu illerimizin her yanını kanlarla sulamıştır.


Sözümü gerçekleştirmek için, bu acı manzara ve kanlı boğuşmalardan birkaç örnek vereyim.


Doğudaki Hayderan aşiretinin bir alayı, Tokariyan aşireti reisi Hüseyin ağa ile (1) , Eleşkirt’teki Sıpkan aşireti reisi Abdülmecit, Malazgirt’te Hasanan aşireti kaymakamı Fethullah Bey ve Halil Hasan’la ve Hasanlı Rıza Halit, Hasanlı Acem oğullariyle, Hınıs’taki Zırkan alayı komutanı Kulihan Bey, Tekman’daki Zırkaan alay kumandanı Selim Bey’le ve bu iki aşiret yine Hınıs’taki Çarek aşiretleriyle ve Varto’daki Cibran ikinci alay kumandanı Mahmut Bey, Cİbran birinci alay kumandanı Sincar İbrahim Bey’le ve Karlıova’daki üçüncü Cibran alay kumandanı Maksut Halit Bey öz kardeşi Selim ağa ile ve yine bu üç Cibran aşiret alayı Varto’daki mülkiye Hormek aşireti ile, Viranşehir’deki Millan aşireti livası İbrahim Paşa, Karakeçi aşireti reisi Dirii ile, saffıharp halinde yıllarca dövüşmüşlerdi.


Savaşlarda binlerce insan ölmüş, talanlar gitmiş, köyler yıkılmıştı. Hükümet, Hamidiye alayları arasındaki savaşları durdurmak için, ya bir nasihatçı paşa gönderir veyahut bir telle müdahale ederdi. Mülkiye olan aşiretlerle Hamidiyeliler tutuşunca, Hamidiye tarafını tutar, karşıdaki mülkiye aşiretini bastırmak için savaş yerine bazen birer tabur nizamiye askerini gönderirdi. Kendilerini Hamidiye alaylarına karşı müdafaa etmekten aciz olan doğu illerindeki diğer kabileler ve halk mecburi olarak Hamidiye alay kumandanlarına ağır vergiler verir ve bunların idaresinde köle gibi yaşarlardı.


Her iki aşiret livası ve kaymakamlar, döktükleri kanlardan ötürü hiçbir mahkeme ve adalet divanında hesap vermeğe mecbur değillerdi. Bunlar bütün aşiret halkının mukadderatlarına birer mutlak hâkimdi. Aşiretin adli idare, içtimai hukuku, aşiret reisinin elindeydi. Reis, başka bir aşiretten öldürdüğü birçok adamların kanına karşılık, kendi aşiretinden ölümlerine sebebiyet verdiği bir sürü insanların kanlarını bir dehalet ve barışma ile bağışlar, evine gelen hasım aşiret ağasının bir merhabasına feda ederdi. Bir aşiretin malı, canı, ırzı o aşiretin reisinin öz malı sayılırdı. Reis, huylandığı ve şüphelendiği bir adamı öldürebilir, bir suçluyu hapis veya affedebilirdi ve sevdiği bir kadınla buluşur, bunlar için hiçbir makam veya mahkeme, reisin hakkında tahkikat yapamazdı.


Sultan Hamid’in bu kara siyaseti, Osmanlı İmparatorluğunun hâkimiyeti altında bulunan doğu illerinde 36 derebeylikten ibaret olan bir Kürdistan yaratmıştı, bu siyaset, Türkleri Kürt diye vasıflandıran, onlara bu adla mensub bir iftihar takındıran, Türkün, malını, canını, adını, ırkını, milli varlığını hiçe satan, iğrenç bir siyasetti. Bu siyaset, doğuda çok feci kötülükler yaratmış, saymakla bitmiyen bu kötülükler ve Türk düşmanlığı Meşrutiyet devrine ve Şeyh Sait isyanına kadar, babadan evlâda, irsi bir hastalık gibi geçmişti.


Bu tehlikeli fikir hastalığı, mevzuumuz olan doğu illeri ve bilhassa Varto tarihinde bin türlü kanlı olaylar ve çeşit kötülükler doğurmuş, önceden yalnız Sünnilik ve Alevilik gayretiyle birkaç kere dövüşen Cibran ve Hormek aşiretleri, bu son Hamidiye teşkilâtının siyaseti karşısında birbirlerini yoketmek için yıllarca çarpışmışlardır.


Bu iki aşiretin salâhiyeti, hayatı ve kuvvetleri arasında büyük bir fark vardı. Cibranlılar : Sultan Hamid’in müstebit alayları ve Kürdistan’ın kudretli bir aşireti,  Hormekliler, mülkiye, reâya ve ahali, aşiret ve kürt sayılmayan, bayağı bir Türkmen oymağı bilinirdi.


Cibran alayı, kumandanları ve aşiret ağaları, hükümlerini Muş ve Varto idare makamlarına yürüten ümera ve zabitan, Hormek ağaları, hükümet kapısından koğulmuş, malı, canı, helâl, kâfir kızılbaşlardı.


İşte birisi asalet, salâhiyet, kudret ve zorunu göstermek için köylere ve talanlara saldıran ve öbürüsü, malını, canını, namusunu ve hakkını, istibdadın kanlı pençesinden kurtarmak için çarpışan, iki aşiret çarpışıyordu.


Cibran Aşireti, Hamidiye teşkilâtında bin ikişer yüz atlı mevcutlu dört Hamidiye alayına ayrılmıştı. Bu alayların merkezi Varto olmak üzere, Şerafettin ve Bingöl dağları arasındaki geniş alanın köylerinden kurulan ve Varto merkezinde oturan Cibranlı Mahmut Bey’in emrinde bir alay, ve Şerafettin’in kuzey eteklerindeki köylerden kurulup, merkezi Bağlı köyü olmak üzere Cibranlı kaymakam Cincer İbrahim’in emrinde ikinci bir Cibran aşiret alayı ve merkezi Karlıova’nın Tokliyan köyünde Göynük ovası köylerinde kurulmuş Cibranlı Maksut Halit Bey’in emrinde üçüncü bir Cibran aşiret alayı, ve merkezi Bulanık ilçesinde olmak üzere Cibranlı Fezzo oğlu kaymakam Selim Bey’in emrinde kurulmuş dördüncü bir Cibranlı aşiret alayı teşkil edilmişti.


Sultan Hamid’in para, rütbe, silâh ve kuvvetiyle teçhiz edilen bu dört alay, kendi bölgelerindeki halka, kasabalara ve Hamidiye olmayan diğer aşiretlere saldırarak onları kendi çiftlikleri haline getirmişlerdi. Bilhassa eskiden düşman ve kızılbaş bildikleri ve kendisinden çekindikleri Hormek aşiretini yoketmiye yeltenerek, onların Varto’daki bölgelerine, köylerine saldırmışlardı. Bu üstün kuvvetler karşısında şaşıran Hormekliler, başkanları olan Fereşat-Fero ailesinden İbrahim Talu’nun etrafında  toplanmışlardı. İbrahim Talu ve akrabaları, ilahi bir tevekkülle, canlarını ve namuslarını kurtarmak için, bu sayısız aşiret akınlarına karşı durmaya ve hiçbir kuvvete boyun eğmemeğe karar vermiş, bunlar bin zorlukla ele geçirdikleri basit silahlarla köylerinin mevzilerinde gece gündüz beklemişlerdi.


1309-1893 yılının mayıs ayında Cibranlılar, İbrahim Talu’nun oturduğu Kasman köyünü basmış, İbrahim Talu ve oğlu Zeynel ve kardeşleri Veli ve Memil ve Zengel’deki amcası Aga oğlu Selim ve kardeşleri, Kür tepesinde kuşatılmış, Cibranlı Velibilik, Memil tarafından katledilmiş ve alay kumandanı Mahmut Beyin amcası oğlu Talha, İbrahim Talu tarafından yaralanmış, beş Cibranlı öldürülmüş, Cibran süvarileri Ameran köyü üzerinden ricate mecbur edilmişti. Bu sırada Göynük’ten gelen bir tabur nizamiye askeri savaşa karışınca, İbrahim Talu ve akrabaları devlet nüfusuna saygı göstererek geri çekilmiş, bu durumdan faydalanan Cibranlılar, askerin himayesinde geri geri dönüp, dokuz Hormekli öldürmüşler ve Ameran köyünü talanlamışlardı.


Aynı tarihte Göynük – Karlıova bölgesinde bulunan Cibranlı Halit Bey’in üçüncü Hamidiye alayı, Kârir’deki Hormek aşiretine akına başlamış, bu sırada bu aşiretin reisi ve Hösnek nahiyesi müdürü bulunan ikinci Zeynel’in torunu Küçük Aga, hükümetten aldığı bir kuvvet ve bölgesinde topladığı aşiret eratiyle Kârir dağlarının sarp geçitlerinde Cibran aşiret alayını durdurarak onların Kârir bölgesine girmelerine engel olmuştur.


Yine bu yılda, Palah göl mevkiinde İbrahim Talu ile Cibranlı “Amer” aralarında şiddetli bir çarpışma olmuş, arada hayli can telef olmuş, İbrahim Talu ile kardeşi Veli’nin harikulâde cesaretleri sayesinde, götürülen talan sürüleri, Cibranlılardan geri alınmıştı.


1310-1894 yılında İbrahim Talu ve Hormek köyleri Bingöl yaylarına çıkmışlardı. Cibranlılar bütün kuvvetleriyle her yandan Hormek aşiretine yüklenmişlerdi. Bu yılın temmuz ayında Karlıova’daki Cibranlı Hatto oğullariyle Cibranlı Mahmut Bey’in sekiz yüz seçkin atlısı, İbrahim Talu’nun Bingöl’deki Hasman yaylasını çevirerek müsademeye başlamışlardı. İbrahim Talu, kardeşleri ve oğlu Zeynel ve Zeynel yaylasındaki amcası oğlu Selim ve kardeşleri birleşerek kendilerini ve yaylalarını kurtarmış, Cibranlı Alo-reşik ile birkaç Cibranlı ve Hormekli katledilmiş ve fakat Cibranlılar İbrahim Talu yaylasının bütün sığırlarını talanlayıp götürmüşlerdi.


İbrahim Talu ardı arkası gelmiyen bu Cibran akınlarından ve saldırışlarından ötürü, hükümetten yardım dilemek üzere oğlu Zeyneli Varto kaymakamının yanına göndermişti. Cibranlı Mahmut Bey, kaymakamın yanıbaşındaki sedirde oturmuş, Zeynel şikayetini kaymakama yaparken, Mahmut Bey ona sıra vermeden Zeynel’e hitaben: “ Ne yapalım sizin fermanınız padişahtan çıktı” demiş ve kapıdaki zabıta memuru, (Zeynel, Mahmut Bey’e karşı geldiği için) onu hükümet kapısından kovmuştu. Bu hadiseden sonra İbrahim Talu ve Hormekliler artık canlarından, hürriyetlerinden ve hükümetten ümitlerini keserek, bütün varlıklariyle hem Cibranlılara, hem de hükümete karşı koymaya yemin etmişlerdir.


Bir müddet sonra Üstükran nahiyesine Hormeklilerin tedibi için askeri bir kuvvet gelmiş ve Cibran aşireti bu askeri kuvvetlerden faydalanarak Hormek köylerini basmış ve eskisinden fazla karşı koyma ile karşılanarak zayiata uğramış ve geri dönmüşlerdi. Hormekliler artık hiçbir kuvvetten çekinmiyor, ve kendileri için mukadder olan ölümü bekliyorlardı. İbrahim Talu’nun meşhur olan sürmeli tüfeğinin sesi iki günde bir Hormek dağ eteğinde yükseliyordu.


İbrahim Talu’nun bu haksızlık ve zulme karşı koyması, nahiyeye gelen yüzbaşı ve mülkiye kaymakam gözünde bir isyan şeklinde görünmüş ve bu hal Cibranlı Mahmut Beyin işine yaramış, Varto merkezinden Erzincan Müşirliğine ve Sadarete yağdırdığı tellerde : İbrahim Talu ve Hormek aşiretlerinin isyan ettiğini ihbar etmiş, Varto kaymakamı bu şikâyeti tasdik ettiği için, İbrahim Talu Hormek aşiretinin tedibi için Varto merkezine bir alay nizamiye askeri gelmişti.


Bu askerle birlikte Cibran alayı Hormek köylerini tarıyacaktı. Fakat kânun ayları gelmiş, karlar yağmayağ başlamış olduğu için askeri kuvvet Varto’da yerleşmekle meşgul bulunuyordu. Tam bu sırada İbrahim Talu’nun amcası oğlu Zengel köylü Selim, Caneseran köyüne gidip, halka zulüm yapan Üstükran müdürünü dövmüş, Selim’i ele geçirmek için Varto merkezinde oturan alaydan bir tabur nizamiye askeri, binbaşı Ziya Bey’in emrinde olarak Üstükran nahiyesine gelmiş, burada Cibranlı binbaşı Ömer Ağa, iki yüz aşiret atlısiyle bu kuvvete katılarak Zengel köyüne doğru hareket etmişlerdi.


10/12/1310-1894 günü karlı yolları aşarak Zengel’e giden bu kuvvetler, Selim ve kardeşleriyle maiyetinin ateşleriyle karşılaşmış ve akşam Caneseran köyüne dönmeye mecbur olmuşlardı. Selim aynı gece de İbrahim Talu’ya haber vererek bütün arkadaşlarıyle ailelerinin alıp Bingöl dağlarının eteklerinde saklanmışlardı. İbrahim Talu, bu kar ve kış içinde aşiretinin başına bir felaket gelmemek için, onların çeşit yerlerde saklanmalarını ve nizamiye askerine karşı gelmemelerini tenbih ederek, kendisi de o gece Bingöl eteklerinde bulunan Kürte-gül mezresindeki bir küçük eve gidip saklanmıştı.


Caneseran köyüne dönen tabur, ertesi günü tekrar Zengel’e doğru hareket ederken, Civarik deresinde silahlı bir adamın Küte-gül’e gittiğini görerek, bu piyadenin izine düşerek ansızın İbrahim Talu’nun saklandığı küçük evi kuşatmış ve ateşle karşılaşınca ilk iş olarak evin kapısına doldurduğu bir yığın ota ateş vererek İbrahim Talu’yu ateş ve dumana boğmuşlardı.


İbrahim Talu’nun yanında üç oğlu ve silahlı on hizmetçi vardı. Bunlar ateşte yanacaklarını görünce İbrahim Talu göğsüyle ateş ve alevleri yararak hasımlarının üzerine atılmış, fakat kapıdaki kar şepelerinde ve seviklerde mevzi alan binden fazla asker ve Hamidiyelilerin birden açılan silahlarının kurşunları arasında yere serilmiş, onu takip eden bütün arkadaşları birbirinin üzerine cansız olarak yığılmışlardı. (2)


Hürriyet şehidi kahraman İbrahim Talu’nun ölümü , aşiret arasında yıldırım hızıyla yayılmış, halk kendilerini toplayıncaya kadar asker ve Hamidiye alayı Varto’ya yetişerek zaferlerini telle Sultan Hamid’e bildirmişlerdi.


Bu feci hâdiseden ötürü Varto ve Kârir’de bulunan bütün Hormek halkı, derin bir mateme bürünmüş, o sırada Kârir’de bulunan İbrahim Talu oğlu Zeynel, babasının intikamını almağa and içmiş, ve 1311-1895 yılı baharında Varto’ya dönerek amcası oğlu Zeynel köylü Selim’i aşiretin başında bırakmış, kendisi ve 17 yaşındaki kardeşi Veli ve on beş fedai atlısiyle dağlara çıkmıştı. (3)


Zeynel, ilk müsademesini Cibranlı Kör Ahmet ağanın adamlariyle Karaboğa tepesinde verdi. Bu müsademeye Tatan köyündeki bir bölük asker de karıştı. Zeynel’in atı vuruldu ve iki Cibranlı katledildi. Zeynel ve Veli, küçük çeteleriyle durmadan Cibran köylerine saldırıyor, ele geçirdikleri düşmanları öldürüyor ve bu çeteleriyle ortalığı velveleye veriyorlardı. Cibranlılar, Hormeklilerin topluluğuna saldırmıya vakit bulamıyor, hep Zeynel’in peşinde dolaşıyorlardı.


1311-1895 yılı sonbaharında, yurdumuzdaki Ermeniler, Van, Muş, Çapakçur, Kiği dağlarında komiteler teşkil ederek şekavet ve fedailiğe başlamışlardı. Askeri birlikler ve Hamidiye alayları bazı yerlerde bu isyanları yatıştırmak için harekete geçmişlerdi. Kiği’de bir Ermeni köyü üzerinde Çapakçur Zazalariyle, üçüncü Cibran aşiret alayı komutanı Halit Bey’in kuvvetleri arasında kavga çıkmış, Zazalar kendilerini toplayıncaya kadar kırk kişi ölü vererek Zermak köyü üzerinden Çapakçur’a dönmüşlerdi. Kış gelmiş, karlar ortalığı beyaza bürümüş, yollar kapanmış, Zeynel Kârir bölgesine çekilmişti. Zeynel’in takibi için gelen bir bölük asker, Tatan köyünde bekliyordu.


1312-1896 yılında Zeynel, yine akınlarına devam etmiş, defalarca hasımlariyle çarpışmıştı. Zeynel aynı zamanda okumuş bir genç ve bir milliyetçiydi. Onun tazminat Türklerine muharebesi ve ilgisi vardı. Varto’daki kaymakam ve Hamidiye kumandanları bu ciheti bildikleri için çok fazla kendisiyle uğraşıyor ve fakat bir türlü ele geçiremiyorlardı.


1313-1897 yılında, Cibran Hamidiye kaymakamlarının araları açılmış ve bunlar yer yer kavgaya tutuşmuşlardı. Zeynel bu durumdan faydalanarak Göynük’teki Cibranlı kaymakamı Halit Bey’le birleşip, kaymakam Cicar İbrahim Bey ve onun amcası oğlu Kör Ahmet ağanın köylerine baskın verip, birçok adamın ölümüne sebebiyet vermişti. Bu yılın sonbaharında Zeynel hastalanarak Caneseran köyüne gelip Seyit Ali’nin evinde yatmış, Tatan’da bulunan yüzbaşı Süleyman Efendi ve Hamidiye süvarileri bu haberi alarak, Zeynel’i burada kuşatmış ve ilk çarpışmada bir zaptiye vurulmuş, İbrahim Talu’nun âkibetinden ibret alan Hormekliler Caneseran’a akarak, muhasarayı kaldırmışlar, Zeynel yalnız atına binerek çetesinin başına geçmişti.


1314-1898 yılı yazında : Varto’daki Cibranlı Mahmut Bey’le, Cibranlı kaymakam Sincar İbrahim2in araları bozulmuş, Mahmut Bey’in atlıları Tatan köyünü talanlamış, her iki alay arasında Leylek dağında yapılan savaşta, Cibranlı Mahmut Bey katledilmişti.


Bu sırada Varto’da bulunan bir alay nizamiye taburu, Zeynel’in derdestin bahane ederek bir alay Hamidiye ile Hormek köylerine saldıracaklardı. Zeynel aşiretin başından ayrılmış, çetesiyle dağlarda dolaşıyordu. Aşiretin idaresi amcası oğlu Selim’in elindeydi. Selim cesur, yiğit ve zeki bir başkandı. Başına gelecek felâketi anlamış, hiç olmazsa hükümetin takibinden aşiretini kurtarmak maksadiyle, Hormek köylerinin yirmi bir muhtariyle Erzincan Müşiri Ahmet Zeki Paşa’nın yanına giderek Zeynel’den başka, bütün Hormeklilerin affını çıkarmış ve dönerken Hormek köylerinden dört yüz atlı seçmiş, bunlarla kendi köylerini muhafaza etmeyi ve karşılıklı olarak Cibranlılara saldırmayı kararlıştırmıştı.


Zeynel’in affına imkân yoktu. O bütün jurnallarda, jöntürk çetesi, stibdadın düşmanı eşkıyayı meşhure olarak tanınmış, desdesti için her vakit Varto, Hınıs, Tercan, Göynük ova ve dağlarında kuvvetli askeri müfrezeler ve Hamidiye alayları dolaşmıştı. Zeynel bu sırada Bingöl dağlarında idi.


1316-1900 yılının bir yaz günü maktulCibranlı Mahmut Bey’in kardeşi binbaşı İsmail, Zeynel’in Halitan çayırında bulunan tüccar Kota’nın çadırına gideceğini haber almış, Varto’da seçtiği seksen atlıya asker elbisesini giydirerek Zeynel’in yolunda pusu kurmuştu. Zeynel bu pusuyu farkederek savunmağa başlamış ve ilk önce bu atlıları asker sandığı için, Caneseran köyü yaylasına kadar dövüşerek geri çekilmiş, burada atlıların talana saldırdıklarını görünce, bunların Hamidiye olduğunu anlamış ve şiddetle hücuma başlayıp bu atlıları “Ger” yaylasına kadar kovalamış, dört Cibran atlısını öldürmüştü.


Selim, Erzincan’da affa uğradıktan sonra, kardeşi Mustafa Üstükran nahiyesi müdürü olmuş ve Hormek köylerinin muhafazası için nahiye, merkezine bir bölük asker gelmişti. 1317-1901 yılının mayıs ayında Sincar İbrahim Bey’in oğlu Mehmet ve akrabası Hasan Ali kumandasındaki dört yüz atlı, Üstükran bucağına hücum ederek bu köyün malını götürmüş, köydeki bölük kumandanı yüzbaşı, talanı almak için Hamidiyelilerin önlerine geçerken Cibranlı Hasan Ali tarafından kamçı ile dövülerek geri dönmüş, tam bu sırada Selim yıldırım gibi yetişerek emrindeki kuvvetin başında bizzat ileri atılarak, Cibran atlılarını önlerine katıp, Tatan boğazına kadar sürmüş, bütün talanı geri aldığı gibi, Cibranlılardan öldürdüğü yedi süvarinin de at ve silahlarını ganimet olarak getirmişti.


Zeynel bu haberi Kiği’de duymuş, o da akrabalariyle beraber çalışmak üzere affa uğramyı arzu etmiş ve Kiği köylerinde çetesini kardeşi Veli’ye teslim ederek, Ulaş oğlu Mustafa ağanın nüfus tezkesini alıp İstanbul’a gitmiş ve fakat burada Cibranlı işçilerinin ihbarına uğrayarak Harbiye Nazırının huzuruna götürülmüş, nüfus kağıdını ibraz edip Mustafa olduğunu iddia etmiş, tam bu sırada Varto’dan gelen bir telde Zeynel’in çetesiyle Bingöl’deki yaylalara saldırdığı bildirilmiş, bu muamma karşısında Harbiye Nazırı, Zeynel’i bir tabur askerle Erzurum’a teşhis için göndermiş. Zeynel, Erzincan yolunda firar ederek az bir müddet sonra kardeşi Veli ve çetesiyle birleşip dağlara çıkmıştı.


Bu hâdiseden sonra Zeynel şiddetle aranmağa başlanarak gıyaben idama mahkum edilmiş ve küçük çetesiyle Yavi bucağından gelirken üçüncü Cibranlı aşireti alayı, binbaşı Derviş Bey’in atlılariyle karşılaşmış, yapılan müsademede Derviş Bey’in iki amcası oğlu Zeynel ile Veli’nin elinde katlolmuş, Zeynel Çivreş dağlarına çıkarken, burada misafir kaldığı Sileper köylü Sâdi ağanın evinde 1318-1902 yılının haziran ayında üçüncü Cibranlı alay kumandanı Halit Bey’in atlıları tarafından çevrilmiş, burada bir atlı Cibranlıyı öldürüp kurtulmuştur.


Yine 1318-1902 yılının temmuz ayında, İstanbul aşiret mektebinden mezun olan maktul Cibranlı Mahmut beyin oğlu Halit Bey, babası yerine ikinci Cibranlı aşiret alayı kaymakamı olarak aşiretinin başına geçmiş, bu adam, üçüncü Cibranlı alayı kaymakamı olan diğer Halit beyle görüşerek Zeynel’in takibi için Bingöl dağlarına askeri kuvvetler tahrik ettikten sonra, bütün aşiretleriyle Varto ve Hormek köylerine ve Selim’e saldırmışlardı.


Zeynel artık dağlarda, Selim yirmi kadar cesur akrabası ve Hormek atlılariyle birlikte Cibranlıların çok üstün kuvvetlerine karşı bir saffıharp halinde dövüşüyordu. İlk akın 1318 yılın ikinciteşrin ayında başlamış, her iki aşiret Mengel gediğinde dövüşmüş, bu savaşta Selim’in amcası oğlu Hüseyin öldürülmüştü. Fakat Selim, Cibran kuvvetlerini Kargapazar köyü istikametine kadar püskürtmüştü.


1319-1903 yılı baharında, ikinci Cibran aşiret alayı, Varto’dan Hormek köylerine saldırmıştı. Leylek dağında yapılan müsademede her iki taraftan birkaç kişi ile Selim’in yeğeni genç İbil vurulmuştu. Bu savaşlar 1321-1905 yılına kadar durmadan devam etmiş, her iki taraftan iki yüzden fazla yiğit öldürülmüştü. Ölenlerin iki katı Cibranlı idi. Cibran ağalarından Hatto oğlu Şerif ve Mustafa’dan başkası savaşa gelmediği için, bunlardan bellibaşlı kimse ölmemiş, buna karşılık Selim’in akrabasından Hüseyin ve İbil gibi iki sayılı yiğit vurulmuştu.


Selim bunların intikamlarına karşılık alay kaymakamlarından birisini öldürmek istiyordu. Fakat bu Beyler, Selim’in silahından çekinerek savaşa gelmiyor, sayısız atlılarını gönderiyorlardı. Selim bunu bildiği için bunların köylerine kadar hücum etmeyi düşünmüş, akrabalarından Talu oğulları, Memil, Veli ve Gülâbi oğulları Aga ve Mustafa’yı üç yüz seçkin atlı ile arkasına takarak Kargapazar köyüne defalarca hücum etmişti.


Cibran ikinci ve üçüncü alay kuvvetleri, Kargapazar’da toplanmış, Selim’in akınlarına karşı durmuşlardı. Selim her savaşta iki yüz metre atlılarından ileri gidiyor, atından inmeden Cibran süvarilerine saldırıp elindeki dokuzlu tüfeğini makine gibi işletiyordu. Selim, 1321-1905 haziran ayında üç yüz kişilik kuvvetiyle Mengel gediğinde, Cibranlıların yedi yüz atlısiyle karşılaşmış, ilk çarpışmada bunları yerinden oynatarak önüne katmış ve büyük bir asabiyetle süvarilerinden ayrılarak üç yüz metre ileri atılıp Cibran atlı kollarının içine düşmüş ve yan ateşine tutulup atı üzerinden yere yuvarlanmıştı. Hormekliler yetişinceye kadar Cibran atlıları Selim’in cesedini alıp Kargapazar köyüne savuşmuşlardı.


Selim’in ölüm haberi, süratle bölgeye yayılmıştı. O gün askeri müfrezeler tarafından takip edilerek Tercan dağlarından Bingöllere gelen Zeynel, bu acı haberi duyunca ertesi günü Mengel gediğinde olan Hormek kuvvetlerinin başına geçerek Kargapazar köyünü kuşatmıştı.


Selim’in cesedini almak için köyün, Hormekliler tarafından kuşatılacağını bilen Cibranlılar, o gece Kargapazar’a iki binden artık kuvvet yığmışlardı.


Zeynel üç koldan köye hücum ederek bizzat köy camiinin kapısına kadar ilerlemiş, bu sırada arkadaşlarından İbrahim Mitti’nin orada ve Selim’in kardeşi nahiye müdürü Mustafa’nın köy arkasında vuruluşu yüzünden, Hormek kuvvetleri geri çekildiği için, Zeynel müşkül duruma girmiş ve fakat yerinde sebat ederek köyü kurşun yağmuruna tutmuş, bu son vaziyetin hesap aşırı çıkacağını anlayan her iki aşiretin şeyh ve hocaları araya girerek Selim’in cesedini Zeynel’e teslim edip muhasarayı kaldırmışlardı. (4)


Selim’in katli, doğu illerindeki alevileri, Hınıs’taki Çarek aşireti, Varto ve Kiği’deki Lolan ve Hormek aşiretleri üzerinde dehşetli tesirini göstermişti. Bu sırada Varto’da meclis âzası olan Lolanlı Mehmet ağa ve aşireti savaşa karışmış, Mehmet ağanın kardeşleri Selim ve Hasan, Cibranlılar tarafından öldürülmüştü.


Kiği’deki Hormek aşireti reisi Küçük Ağa, akrabasından Kürikânlı Kamer ağa, büyük bir kuvvetle üçüncü Cibran alayının Sağnıs köyüne inerek bu köyde birkaç kişi öldürmüş, köyü talanlamış ve kendisinin de Veli adlı yiğit bir kardeşi vurulmuştu.


Zeynel artık askeri kuvvetlerden çekinmiyor, Hormek aşiretinin başına geçerek Selim’in intikamını almağa çalışıyordu. Selim’in katlinden iki gün sonra, ikinci alay komutanı Halit Beyin amcası İsmail ve Hasan yedi yüz kişilik bir kuvvetle hudutta olan Rakasan köyünü ansızın basmış, Hormekli Musa Gedik’le üç adam öldürmüş, bu köyü talanlamıştı.


Bu müsademenin ikinci günü Zeynel ve kardeşi Veli, iki yüz elli atlı ile Gedik Mezarı mevkiinde Cibranlıların dört yüz atlısiyle karşılaşmış, Veli büyük bir heyecanla dört yüz metre ileriye atılarak düşman kolları arasına girerek, Zeynel ve atlıları yetişinceye kadar üç yiğit Cibranlıyı öldürüp silahlarını almış. Zeynel ve süvarileri Cibranlıları Leylek köyüne kadar sürerek yedi adam öldürmüştü. Zeynel o günün gecesinde Muzuran köyünü basmış, dört Cibranlı daha öldürmüştü. Zeynel ölümle kucaklaşacak ve fakat Selim’in intikamını alacaktı. Çarek ve Lolan aşiretleri de Zeynelle harekete geçecek ve sayısız kanlar dökülecekti.


İkinci Cibran aşiret alay kaymakamı Halit Bey (5) bu tehlikeyi tamamen idrak etmiş, Zeynel’in aşireti başından ayrılarak tekrar dağlara çıkması için Varto merkezinden sedarete teller yağdırmış, bütün bu şikayetlerinde İttihat Terakki Cemiyetinin bir çetesi olan Zeynel’in aşireti başına geçerek Padişah kuvvetlerine ve Hamidiye alaylarına saldırdığını ve önü alınmazsa bunun bir isyan halini alacağını bildirmişti.


Esasen Zeynel bu suçla suçlandırıldığı için gıyaben idama mahkum edilmiş ve iradei senniye ile (ahzu-giriftine) yakalanmasına emir verilmiş, yıllarca askeri müfrezeler tarafından takip edilmekte idi. Halit Bey’in bu telleri bir hatırlatma olmuş, mütesarrıfı bir alay nizamiye askeri ile Varto ve Üstünkran nahiyesine gelerek işe el koymuş, Zeynel çetesini alarak Bingöl dağlarına çıkmış, Selim’in kardeşi Veli ile Zeynel’in kardeşi Ali ve Hormek ağaları paşa tarafından nahiyede toplattırılıp bunlar zoraki bir barışla Cibran ağalariyle barıştırılmış ve bu suretle bu kanlı savaşlara bir son verilmişti.


Zeynel askeri kuvvetler tarafından takip edilerek Bingöllerde izini kaybedip kışı Kiği ve Tercan köylerinde geçirmiş, 1322-1906 yılı baharında bir kere Palandöken dağlarında kendisini gösterdikten sonra atlılarını dağıtmış, kendisi, kardeşi Veli ve karısı Fatma ve oğlu küçük Haydar ve hizmetçisi Hasan’la izini kaybedip Varto’nun Caneseran köyü mezresinde Seyit İbrahim’in evine gelip saklanmıştı. Tam bu sırada yine Bitlis valisi ile mutasarrıf ve nizamiye alay komutanı Zeyenl’in derdesti için Varto merkezine ve Üstünkran nahiyesine gelmiş, Zeynel’in izini bulamadıkları için Varto’da bir piyade taburunu bırakarak geri gitmişlerdi.


Bu yılın mayıs ayında Zeynel’in Seyit İbrahim mezresinde saklı olduğu, birisi tarafından tabur komutanına ihbar edilmiş, tabur komutano ve Cibranlı binbaşı Kör Ahmet ağa kuvvetleriyle şafakta Seyit İbrahim’in düzlükte olan tek bir evini kuşatmış, birden içeriye otuz silahlı girmişti. Bir dakika içinde bunlarla Zeynel ve kardeşi Veli arasında korkunç ve kanlı bir müsademeden sonra; asker ve Hamidiyeliler içerde on iki ölü bırakarak dışarı kaçmış, ev sahibi Seyit İbrahim’in oğlu Hüseyin de bu meyanda öldürülmüş, dışarı kaçan neferler bir çığlık kopararak evleri kuşatan kuvvetlerin dağılmasına sebebolmuş, Zeynel ve kardeşi Veli ile hizmetçileri Hasan dışarı atılarak asker ve Hamidiye kuvvetlerinin bu şaşkın durumundan yol açarak süratle ilerlemiş, Veli koluna taktığı beş mavzerle küçük Haydar’ı omuzlayıp evlerden uzaklaşmışlardı. Zeynel’in gebe olan karısı Fatma gidemediği için öldürülmesini kocasından rica etmiş. Veli kadının alnından kurşunlayarak yere yuvarlamış, yollarına devam etmişlerdi.


Binbaşı Cibranlı Kör Ahmet ağanın talihi bu sefer Kürte-gül’de olduğu gibi işlememiş, o son bir gayret olarak birçok atlı ile Zeynel’in yolunu kesmiş ise de, dört nefer maiyetini ölü bırakarak geri kaçmış. Zeynel ve kardeşi ile hizmetçisi süratle gözlerden kaybolup Bingöllere tırmanmışlardı.


Bu kanlı hâdiseden sonra Bitlis valisi ve alay komutanı sayısız kuvvetle Üstünkran nahiyesi köylerine gelerek bölgenin meşelerinde ve dağlarında aylarca Zeynel’i aramış, bu meyanda Hormeklilerden yüzlerce kişiyi kızgın şişlerle dağlıyarak eziyet etmiş ve Hormek köylerinin bütün mallarını ve erzakını asker ve Hamidiye atlılarına yedirmiş. Hamidiye atlıları köyleri talanlamıştı. Vali ve alay komutanı 1322-1906 yılının sonteşrin ayında Muş’a çekilirken, Üstünkran nahiyesinin bütün köylerini çıplak, aç, sefalet içinde terketmişlerdi.


Zeynel artık bütün civar ilçelerde asker ve Hamidiye alayları tarafından aranılıyordu. Kış gelmiş, dağlar kapanmıştı. Barınacak hiçbir yer yoktu. O son bir çare olarak Viranşehir’de bulunan Milanlı İbrahim Paşanın yanına gitmişti. Paşa, Zeynel’i kapısında görünce sevinmiş bir gün sonra Karakeçi aşiretine misafir giderken Hamidiye ve Cibranlıların düşmanı olan Zeynel’i tutmalarını oğullarına ısmarlamıştı. Bu sırada çok acayip bir hâdise zuhur etmiş, Arapların “Şamar” aşireti yüzlerce süvari ile paşanın çadırları kapısında olan at ve deve ılgılarını önlerine katıp sürmüşler, bütün Milan aşireti, Zeynel kardeşi Veli ve on beş atlısı bu talancılarla dövüşmüş, Zeynel ve  atlıları burada da akla sığmaz bir cesaret göstererek Arapların önlerini kesmiş, beş kişi öldürerek onların at ve silahlarıyla birlikte paşanın talanını geri almışlardı. Paşa bu kavgayı işitip eve dönünce Zeynel ve kardeşi Veli’yi kucaklıyarak gözlerinden öpmüş, ağır hediyeler vermiş, bunlar için ayrı bir çadır kurarak istirahatlerini temin etmişti.


Paşa candan Zeynel’e hayran olmuştu. Ona büyük bir iyilik olsun diye İstanbul’a Sultan Hamid’in yanına gidip affa uğratmasını düşünmüş ve 1323-1907 yılı baharında İstanbul’a gitmişti. Paşanın Sultan Hamit’le arası çok iyi idi. Padişah ona oğlum diye hitabederdi. Fakat jöntürk tanıdığı Zeynel’i asla affedemezdi. Hatta onun teslimini İbrahim Paşa’ya irade buyurmuş, paşa süratle eve dönerken Diyarbakır’dan Zeynel’e gizli bir haber gönderip onun hemen Viranşehir’den ayrılmasını bildirmişti.


Zeynel bu haberin mânasını biliyordu. O gece atlılarını alarak Viranşehir’den çıkmış ve hiçbir yerde saklanmaya lüzum görmeden bir hafta sonra Bingöl dağlarına çıkmıştı. Bu yıl Zeynel pek az takip edildi. Dağlarda verdiği birkaç müsademeden sonra Dersim’e gitti. 1324-1908 yılında Dersim’den dönerken, Sultan Hamit tahttan indirilmiş, meşrutiyet devri başlamış, ittihatçılar herkesten önce Zeynel ve akrabalarının affını telle Varto kaymakamlığına bildirmişlerdi. Zeynel ve bütün Hormek mahkumları beş yüz atlılık bir düğün alayı gibi destelerce davul ve zurnaların sesleri arasında Varto hükümet konağı önünde saygı ile eğilip aflarını almışlardı.









(1) Bu savaşta, meşhur Hayderanlı Tahir Han öldürülmüştü.
(2) Bu cesetlerin altında yalnız İbrahim Talu’nun oğlu Ali sağ çıkmıştı.
(3) İbrahim Talu, “Bir gün ölürsem, silahımı Veli’ye, evlerimi Ali’ye, aşiretin idaresini Zeynel’e veriniz!” demişti.
(4) Cibranlılar, Selim’in cesedini yıkayarak bir kat ipekli yatak içinde saklamış, onu bir arabaya yükletip ölüsüne saygı gösterip, uğurlamak şartiyle büyük bir âlicenaplık yapmış, arabayı köyün başında olan Zeynel’e göndermişlerdi.
(5) Halit bey Tatan müsademesinde öldürülen kaymakam Mahmut Beyin oğludur. Büyük harpte miralay olan bu adam Şeyh Sait isyanında Bitlis’de asılmıştır.










EK:




Doğu 1310

işte solhan ve işte kocaman
dağlarıyla akraba
ve gülleriyle hısım
olduğumuz palu
gözleri korkunç bir deprem
hem aslı, hem kerem
gibi yanan süvari:
ibrahim talu

işte akşam ve işte çapakçur
ve çapakçur’da akşam
bir divânıharp gibi kurulur
ağır giden bulut müfrezeleri
hem bulanık, hem firarî
yağmur
ve bir vur emri gibi ansızın
bir akar suya doğrulur
hınıs’tan kopan süvari:
ibrahim talu

işte caneseran köyü ve kar
kar, palandöken dağlarında
bir isyan bastırır gibidir
işte hormek köyleri çevrilmiş
duvar
bir kurt yüzüdür, ince
sivrilmiş
cibran ovası
sanki mevzi almış
gibi kar
hem başıbozuk, hem seferî
hormek’ten inmiş iniş
ölümü savuran süvari:
ibrahim talu. (Yavuz 2006: 107) 



Bu yazıda, Hilmi Yavuz’un “doğu 1310” adlı şirinin I. bölümünün, metaforik yapısının ortaya konulmasına ve bu metaforik yapının gönderimde bulunduğu anlamın çözümlenmesine çalışılacaktır. Sözü edilen metaforik yapı konusuna geçmeden önce şiirin başlığında kullanılan 1310 yılı üzerinde durulmalıdır.


1310 yılı, şiirde adı sık sık geçen İbrahim Talu ile ilişkilidir. M. Şerif Fırat’ın Doğu İlleri ve Varto Tarihi adlı kitabında belirttiği gibi, Fereşat-Fero ailesinden olan ve Sultan Hamid döneminde yaşayan İbrahim Talu, Hormek aşiretinin reisidir (1961: 94-99). Fırat, Abdülhamid’in o dönemde güç bulan milliyetçi hareketin önüne geçmek için bozguncu Kürt çetelerine destek verdiğini ve destek alan bu bozguncu çetelerden olan Karlıova ve Cibran aşiretlerinin, Türkmen İbrahim Talu ve aşiretine saldırdığını belirtir (Fırat 94-5)


Yaşadığı dönemde, yiğitliği, cesurluğu ve mertliği ile ün salan İbrahim Talu ise, bozguncu çeteleri “püskürtmeyi” başarır (Fırat 1961: 94), fakat Sultan Hamid’in para ve silah yardımında bulunduğu Cibran aşiretinin oluşturduğu Hamidiye alayları, gittikçe daha fazla güçlenip kendilerinden olmayan aşiretlere saldırmaya başlarlar. En büyük hedefleri ise, Kızılbaş bildikleri ve eskiden beri çekindikleri Hormek aşiretidir. Hamidiye alayları, Hormeklilerin Varto’daki köylerine onları yok etmek için saldırırlar. Öte yandan, İbrahim Talu, bu saldırılara karşı koymak için adamlarıyla birlikte tetikte bekler (Fırat 1961: 99)


İbrahim Talu ve aşireti, Hamidiye alaylarının yanı sıra, dönemin kaymakamına ve nizamiye askerine de karşı savaşmak zorunda kalmıştır. Çünkü kaymakamın dediğine göre, ferman padişahtan gelmiştir. Nizamiye askeriyle Cibranlılar, Hormek köylerini kuşatırlar, fakat Ocak ayında olunması nedeniyle kuşatmada zorlanırlar. Bu sırada, İbrahim Talu’nun amcasının oğlu Selim, halka zulüm yapan Üstükran müdürünü döver. Bunun üzerine nizamiye askerleri ve Cibranlılar, Selim’in peşine düşerler (Fırat 1961: 100)


Şiirin başlığı olan hicri 1310, miladi 1894 yılında Selim, İbrahim Talu’ya da haber vererek, bütün arkadaşlarıyla ailelerini alıp Bingöl dağlarının eteklerinde konuşlanmıştır. Daha sonra, İbrahim Talu, Kürte-gül “mezresi”ndeki küçük bir eve gidip saklanır. Düşman taburu, silahlı bir adamın Kürte-gül’e gittiğini görür ve onun peşine düşerek İbrahim Talu’nun evini kuşatır. Tabur, evi ateşe verir, bunun üzerine İbrahim Talu ateş ve alevleri yararak düşmanın üzerine gider; ama açılan ateş sonucu İbrahim Talu ve onunla birlikte üç oğlu hayatını kaybeder (Fırat 1961: 101)


Fırat’tan hareketle özetlenmeye çalışılan bu öykü, şiirde doğrudan anlatılmaz, bunun yerine metaforlar ve çeşitli yer isimlerinden hareket edilerek okura sezdirilmeye çalışılır. Solhan, Palu, Çapakçur, Cibran gibi isimler, 1310 tarihiyle birlikte, sözü edilen olaya işaret ederler; fakat bu kertede asıl söylenilmesi gereken, Yavuz’un başarısının, bahsedilen öyküyü anlatırken, inşa ettiği metaforik düzlemler olduğudur. Şimdi, öne sürülen düşüncenin görünür kılınmasına çalışılabilir. 


Geleneksel edebiyatta, gülle gönderme yapılan padişah, “Doğu 1310” şiirinde “hısım” olarak nitelenmiştir. Padişahın hısım olması düşüncesi, İbrahim Talu’nun bahsedilen öyküsüyle paralellik gösterir. Daha önce sözü edildiği gibi, Sultan Abdülhamid, fermanında İbrahim Talu’nun öldürülmesini istemiştir. Böylelikle, gül ve onun Osmanlı şiirinde işaret ettiği padişah, hısımdır. Yavuz, bu şekilde, Osmanlı şiirinde her türlü denetimin merkezi olan hükümdara ilişkin gül mazmununu, mutlak itaat edilen ve sevgili bağlamlarında değil de, hısım olarak kullanarak geleneksel mazmunu dönüşüme uğratır. 


Bahçeye ait bir unsur olan gül, aynı zamanda merkezi yapıyı da işaret eder. Bir başka ifadeyle, bahçenin Osmanlı şiirinde saraya işaret etmesi, bu mazmunun merkeze gönderimde bulunduğunu ortaya koyar. Öte yandan, periferinin simgesi olan dağın akraba olması, söz konusu merkez-periferi (çevre) çatışmasını güçlendirir. Hatırlanacağı gibi, bir başka bağlamda başkaldırıyı ve periferiyi temsil eden Pir Sultan Abdal, çoğunlukla dağla birlikte anılır. Ayrıca, Dadaloğlu’nun “Ferman padişahınsa dağlar bizimdir” mısrası da, sözü edilen doğa ve periferi ilişkisini destekler.


Gülün hısım, dağın akraba olması, İbrahim Talu’nun merkeze (padişaha) karşı oluşuyla birlikte daha anlamlı kılınmış olur. Doğaya ait gül ve dağ sözcüklerinin hısım ve akraba olarak nitelendirilmesi, aynı zamanda doğu toplumlarının yapılanmasıyla ilgili bir başka unsuru ortaya koyar:

Gül ↔ Hısım
Dağ ↔ Akraba

Doğaya ait bu metaforlar, doğu toplumlarının yerel bağlamda aşiret, evrensel bağlamda yaban toplumlar olarak akrabalık ilişkilerine dayalı bir yapılanma içinde olduklarına gönderimde bulunur. 


Doğaya ait ikinci metaforik düzlemse, askerliğe ilişkin sözcüklerdir. “Doğu 1310”da, doğaya ait unsurlarla, askerliğe ait unsurlar arasında metaforik düzlemde bir ilişki kurulmuştur. Bu metaforik düzlemi şöyle sıralayabiliriz:

Doğa ↔ Askerliğe Ait Unsurlar
Akşam ↔ Divânıharp
Bulut ↔ Müfreze
Yağmur ↔ Firarî
Kar ↔ İsyan bastırmak
Kar ↔ Mevzi almak
Kar ↔ Başı bozuk
Kar ↔ Seferî

Daha önce bahsedildiği gibi, Osmanlı şiirinde de, doğaya ait unsurlarla askerliğe ait unsurlar arasında metaforik bir ilişki kurulmuştur. 


Hilmi Yavuz’un şiirinde, temel olarak doğaya ait unsurlarla akrabalık ilişkileri ve askerlikle ilgili terimler metaforik bir ilişki içinde olduğu söylenebilir. Söz konusu iki metaforik dizge, aynı zamanda doğu toplumlarında akrabalık ilişkilerinin ve askerlik olgusunun başat olmasıyla ilişkilidir. İlk metaforik dizge olan akrabalık ilişkileri, geleneksel mazmun sisteminin tersine çevrilmesiyle gerçekleşir: “Doğu 1310” şiirinde sultan, geleneksel Osmanlı şiirindeki gibi sevgili değil, aksine düşmandır; ama doğanın askerlik terimleriyle ilişkilendirilmesi, Osmanlı şiirlerinin yeniden üretilmesi sonucundadır. Öte yandan, “doğu” sözcüğüyle “doğa” arasında sessel bir metaforik ilişkiden de bahsedilebilmesi, doğa-kültür karşıtlığından söz edilebilme imkânını verir. Şiirde konuşan anlatıcı kültüre karşı doğanın içinden seslenir okura. 



HİLMİ YAVUZ’UN “DOĞU 1310” ADLI ŞİİRİNİN METAFORİK YAPISI
Gökhan TUNÇ, Araş.Gör.2010, 
Bozok Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü; PDF























27 Mayıs 2015 Çarşamba

Bölüm VI: Osmanlılar ve Akkoyunlular Devrinde Doğu İlleri ve Dersim






Hicretin sekinci yüzyılının başlarında Osmanlı Devleti, İç Anadolu'da gittikçe artan bir varlıkla ülkelerini genişletirken, doğu illerimizden Erzincan ve Erzurum, İlhaniler tarafından idare ediliyor. Ahlat, Diyarbakır ve Muş bölgelerinde ve doğunun diğer illerinde aşiretlerini idare eden ve birer derebeylik halinde yaşıyan, çeşit Oğuz boylarına mensup Türk kabileleriyle Ak ve Karakoyunlular vardı.

Karakoyunlular H.777 yılında Musul'u ellerine alarak orta bir hükümet kurmuşlardı. (1)

Akkoyunlulardan Kara Osman, H.801 tarihinde Azerbaycan, Mardin, Diyarbakır ve Erzurum'u eline geçirmiş, Erzurum'da Türkmen Beylerinden İskender bini Kara Yusuf'la yaptığı muharebede katledilmiştir. Bir müddet sonra Kara Osman'ın oğlu Cihangir, Erzurum'u zaptederek hükümet sürmüştür. (2)

744-1328 tarihinde İlhanilerin Erzincan valisi bulunan Alâettin Ertana ile Çobaniler beyliği arasında Sivas - Erzincan hududunda şiddetli bir muharebe olmuştur. Bu savaşta Dersim'deki Türk aşiretlerinin bir kısmı, Alâettin'e yardım ederek Çobaniler valisi Şeyh Hasan'ı yenmişlerdir.

Bu sırada doğu illerinin bütün kesimlerinde oturan Türk boyları arasında Bektaşi tarikati genişlemeğe başladığı gibi, Çorum, Yozgat, Amasya, Tokat ve İç Anadolu'nun Türk kabileleri içinde süratle yayılıyordu. H.733 tarihinde Osmanlı Padişahı Orhangazi Amasya'da Hacı Bektaşi Veli ile görüşerek, Bektaşi tarikatini kabul edip askerini Hacı Bektaş'a taktis ettirmişti. Hacı Bektaş, Padişahın yeni kurduğu orduya Yeniçeri adını takmıştı. (3) Hacı Bektaş bu suretle tarikatını doğu ve batı Anadolu'da kökleştirdikten sonra 737-1321 de Kırşehir'deki tekkesinde vefat etmiştir. Bektaşi tarikatı İkinci Beyazıt devrine kadar Yeniçeri ordusunda, Anadolu köylerinde ve İstanbul saraylarında kutsal bir tarikat olarak yaşamıştı.

803-1387 tarihinde doğu illerimize doğru Aksak Teymur'un orduları akına başlamıştı. Doğu illerimizin kuzey bölümlerinde bulunan birçok Türk boyları ve Akkyounlu aşiretler, Teymur'un ordusu önünden kaçarak Dersim bölgesine ve Sivas taraflarına gelmişlerdi.

804-1388 tarihinde Ankara ovasında Teymur'la Yıldırım Beyazıt arasında yapılan büyük savaşta Osmanlı ordusu mağlup olmuş, Teymur uğradığı yerlerde Türk kabile ve boylarının üzerine bütün ağırlığiyle çökmüştü. Bu çağda doğu illerimizin çeşit yerlerinde ve doğudaki aşiret ve beylikler arasında savaşlar başlamıştı. Bu sırada Dersim'deki Türk aşiretleri birbirine karışmış, Nazimiye civarında bulunan Hormeklilerle Hayderan ve Alan aşiretleri arasında çetin boğuşmalar olmuş, bu çağda Hormek ilağası, Cafer'in torunlarından Kara Yakup imiş. Kara Yakup, birçok yararlıktan sonra doğu Dersim kabilelerini idaresi altına toplamış, "İlbeyi" unvanını alarak H.835 yılında ölmüştür. (4)

Teymur'un orduları, doğu illerinden ve Anadolu'dan çekilince, bu iller birbirleriyle çarpışan türlü Türk idare merkezleri altında çalkalanmış ve doğu illerinin hâkimiyeti yine Akkoyunluların eline kalmıştı.

Doğu illerindeki Akkoyunlu idaresi 878-1462 tarihine kadar devam etmiş, bu tarihte Osmanlı Padişahı büyük Fatih Sultan Mehmed'in ordusu, Erzincan'ın yanıbaşından geçerek Tercan ovasına inmişti. Aynı yılda Bayburt ilçesinin "Otluk-bel" nam gediğinde Fatih ile Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan Han arasında yapılan tarihi savaşta, Hasan Han yenilmiş ve bu bölgeyi Osmanlı ordusuna terketmişti. Uzun Hasan'ın vefatından sonra yine Tebriz'deki Akkoyunlu Sultanlar, fırsat buldukça, doğu illerimize akın yaparak buraların idaresini ellerinde bulundurmaya çalışırlardı. Diyarbakır'da Uzun Hasan'ın oğlu Yakup Bey hâkimdi. Halil bey, Tebriz tahtına cülüs etmişti. Yakup bey, kardeşini öldürerek H.896 da Tebriz tahtına çıkmıştı.

Bu devletin son hükümdarı olan Mehmet Mirza ibni Yusuf bey, Şah İsmail'i Safavi tarafından yenilerek ortadan kaldırmış, Şah İsmail 908-1492 tarihinde Akkoyunluların Diyarbakır ve Tebriz'deki hükümetlerine son vererek Tebriz tahtına çıkmıştı. (5)

Şah İsmail, İran'daki Akkoyunlu tahtına geçtikten sonra H.909 yılında büyük bir ordu ile doğu illerimize inerek Erzincan ovasına kadar gelmişti. Şah İsmail doğu illerinden geçerken Türk ve Türkmenler kimi kendisinden kaçıyor ve kimi kendisine itaat ediyordu. Bu çağda Dersim aşiretleri pek seyrekti. Ancak Moğollar çağında Dersim'e sığınan yirmi kadar Türk aşireti vardı. Bunlar da aralarındaki kavgaları yatıştırıp, Şah İsmail'in herhangi bir saldırısına karşı koymak için geçitler tutmuşlardı.

Şah İsmail, doğu illerindeki Alevileri ve en çok Dersim'deki kabileleri kendisine doğru çekmek için, söylediği birçok türkçe deyişleri, güvendiği kimselerin ağziyle Dersim'e sokmağa çalışıyordu. Dersim'deki Hacı Bektaş halifeleri, Şah İsmail'in Hacı Bektaş tekkesini tanımadığını ve onun Hacı Bektaş'tan icazet alan Osmanlı Padişahı İkinci Beyazıd'a hasım olduğunu ileri sürerek halkın Şah İsmail'e uymasına engel oluyorlardı. Alevilik kaidesi üzerinde söylenen Şah İsmail'in o günkü deyişlerinde Hacı Bektaş'tan bahsedilmediği için, halk Bektaşi halifelerinin sözlerine inanıyordu. Şah İsmail doğu illerinde yarım bir hâkimiyet kurduktan sonra, Tebriz'e çekilmişti.

Bu sırada Osmanlı Padişahı İkinci Beyazıd'tı. Şah İsmail, bir taraftan padişah ile hoş geçinmek isterken, diğer taraftan Türk dilinden konuştuğu öz Türkçe, deyiş, nefes, koşma, gülbank ve alevilik âyini cem türkülerini ve tarikatı üzerinde Türk topluluğunu ve bütünlüğünün başından kendisinin bulunmasını arzu ediyordu.

Sultan Beyazıd, Şah İsmail'in saltanat ve hükümetinden endişe duyduğu halde, aleviliğe temayül gösteriyor, H.915 yılında Hacı Bektaş tekkesi ikinci piri olan Balım Sultan'ı İstanbul'a çağırarak kendisinden (nasip) alıyor ve bu suretle Yeniçeri ordusu üzerindeki sevgisini ve bektaşiliği kökleştirmeğe çalışıyordu. (6)

Hattâ Şah İsmail'in çıkardığı bu Türkçe deyiş ve nefesler, Yeniçeri ordusunda ve İstanbul saraylarında ve Bektaşi tekkelerinde vecitle okunurken, bunlara kelle kesilir ve niyaz edilirdi. İkinci Sultan Beyazıd, Balım Sultan'dan nasip alırken, Şah İsmail hakkındaki şüphesini açıklamaktan kendisini alamamış ve Balim Sultan bu şüphenin yersiz olduğunu ve Şah İsmail'den kendisine zarar gelmiyeceğini beyan etmişti.

Gerçekten, Şah İsmail, Sultan Beyazıd'a ve Osmanlı hükümetlerine karşı içli bir saltanat ihtirasını gütmüyordu. Onun bütün maksadı, Caferi ve Alevi tarikat ve mezhebini Türkistan, İran, Azerbaycan ve doğu illeriyle İç Anadolu'daki Türklere aşılamak manevi bir saltanat veyahut Türk topluluğuna büyük bir hizmet yapmaktı.

Şah İsmail elinde tuttuğu ülke ile uğraşıyor, Türkistan ve doğuya doğru genişlemek için Özbek ve diğer Türk hükümetleriyle çarpışıp onları idaresi altına alıyordu.

Onun Osmanlı toprağında aradığı siyasi bir hak yoktu. Hattâ bu toprakta olan ve kendisine bağlı bulunan aşiret ve beylerin Sultan Beyazıd'a itaat etmelerini temine çalışıyor ve padişaha yazdığı mektuplarda ona Baba, diye hitabediyordu. (7)

Bu sırada, doğu illerinde birçok Selçuk, Harzem, Ak ve Karakoyunlu aşiretler ve Elâzığ'da Zülkadir oğulları ile Van, Beyazıt ve Bitlis bölgelerinde Haltı soyuna mensup Lohorto dağlı Türk beyleri vardı. Yakın çağda Türkistan ve Horasan'dan gelen Türk ve Türkmen aşiretler arasında Alevilik-Bektaşilik kökleşmişken, Lohorto aşiretleri arasında Bağdat yoliyle gelen Şafii ve Nakşi tarikatı yayılıyordu. Bu taşkilâtın başında Mevlâna İdrisi Bitlisi ve Kadiri şeyhleri vardı.

Şah İsmail'in doğu illeri ve Anadolu üzerindeki manevi baskısı, 920-1504 yılına kadar sürmüştü ve  bu müddet içinde Şah İsmail ile İkinci Beyazıd, hoş geçinmişler, fakat Trabzon valisi Şehzade Yavuz Selim, Şah İsmail'i ve Şiiliği çekemiyor, babasının bunlara dost olduğuna kızıyordu. Ve H.909 tarihinde hâkimi Zülkadir oğlu Alâüddevle kızı Benli Hatun için, Zülkadir hâkimini tedibe gelen Şah İsmail'den öç almak için Trabzon'dan Tebriz'e doğrularak, doğu illerini ve bazı Alevi aşiretleri çiğnemişti. Babasının vefatından, İstanbul'daki Osmanlı tahtına geçerek Şah İsmail, Şiilik, Alevilik ve Bektaşiliği yıkmağa karar vermişti.

Yavuz Sultan Selim tahta geçerken, Şah İsmail'in elçisi Zeynel Han'ı kaçırmış, Bektaşiliği düşürmek için Konya Mevlâna tekkesinin ve mevleviliği himaye ederek, ehli sünnet akidesini kuvvetlendirdikten sonra işe başlamış ve büyük ordusiyle Anadolu'dan doğu illerine doğru harekete geçerken, Yozgat, Sivas, Tokat bölgelerinde uğradığı Alevi ve Bektaşileri kılıçtan geçirmiş, Erzincan'a yetişinceye kadar kırk bin Türk öldürülmüştü. 

Gerek Yavuz'un ateş saçan kılıcından korkarak Sivas, Kayseri ve havalisinden, ve gerekse Erzincan ve Erzurum arasında bulunan çeşit Türk aşiretleri, bu salgından kurtulmak için Sivas dağlarına, Maraş ve Akçadağ'lara ve Dersim'e sığınmak suretiyle canlarını kurtarmış oldular. Bu sırada batı Dersim de ,doğu Dersim gibi Türk aşiretleriyle dolmuş bulundu. Tercan ve Erzincan civarında bulunan Çarıklı, Lolanlı, Şahdeli, Aslanuşağı, Balaban aşiretleri Dersim'e kaçıp canlarını kurtardılar. (8)

Yavuz Sultan Selim, Yeniçeri ordusundaki Bektaşileri ve uğradığı yerlerdeki Alevileri öldüre öldüre, Erzincan'a ve oradan Azerbaycan'a geçerek 1504-920 yılının 22 ağustosunda Şah İsmail'in ordusiyle karşı karşıya geldi. Tarihin her zorlu denemesinde zaferini en başta yazan Türk ordusu ve kahraman Yavuz, bu cenkte İran ordusunu yendi.

Yavuz Sultan Selim, Şah İsmail'i takip ederek İran'a girdi ve bir kış Tebriz'de kaldı. Ertesi yıl Bayburt ve Kelkit yolundan Erzincan'a döndü. Yavuz'un doğu illerden geçişi sıralarında, Beyazıt, Van, Bitlis bölgelerinde oturan "Kurt-baba" Babakürtlerin aşiret reisleri, Mevlâna İdrisi Bitlisi'nin önderliğiyle padişaha teslim oldular. Yavuz, bunları iyi yüzle karşılayarak ve onları İranilik ve Şiiliğe karşı kuvvetli bulundurmak için, bir takım derebeyliklerine ayırarak geniş imtiyazlar verdi. Yavuz, Türklükte milli birlik aramadığı için, soyca Türk olan bu aşiretlere o gün Kürt adını takmış ve doğu illerimizin bir kısmına "Kürdistan" diye geçmişti.

Tarihimin, dağlı Türklere ait kısmında belirttiğim gibi, Lohorto Türklerinin "Kurt-baba" kabilesinden olan bu aşiretler bu karanlık dağlarda öz türkçelerini İran ve türlü dillere karıştırıp Kormanco dil yığını ile konuştukları zaman, türkçe kelimeleri bu bozuk dilde daima geç konuşmuş, kurt - baba kelimesini sonradan baba-kürdi şeklinde telâffuz etmişlerdi. Yavuz bunları sünni, şafii ve kadiri görünce sevinmiş ve bunları Aleviliğe ve Türklüğe karşı hasım göstermek için ırklarını sormaya lüzum görmeden, onlara Kürt ve illerine de Kürdistan adını takmıştı. Bu aşiretlerin önderi olan Mevlâna İdrisin de işine geliyordu. O, bu adla bir camia altına alıp şafii mezhebine soktuğu bu müritleri için, bir nevi istiklâl temin edecek ve onları kurduğu tarikat üzerinde kendisine bağlıyacaktı.

Yavuz, Erzincan'da iken Kiği ve Bayburt beyleri, bu kasabalardaki muhkem kalelerin anahtarlarını getirip, kendisine teslim etmişlerdi. Yavuz, Erzincan ve Dersim havalisindeki Alevilerin üzerine bütün ağırlığiyle basmıştı. Yukarıda yazdığım gibi, bu civardaki aşiretler artık bu bölgelerin sarp dağlarına ve Dersim'e kaçmışlardı. Dersim aşiretleri, kendilerini korumak için dağların dar geçitlerinde, Yavuz'un ordusunu karşıladılar. Yeniçerilerin isyanı, Yavuz'un bu arzusuna engel ve ordunun geri çekilmesine sebeb olmuştu.

Yavuz Selim, bir taraftan şiiliği ortadan kaldırmak için İran devletini sıkı bir baskı altında bulundurarak bu vesile ile iç ve doğu Anadolu'daki Alevilik ve Bektaşiliği ve alevileri  yok etmeğe çalışıyor, diğer taraftan büyük bir ordu ile Mısır'a inerek ehli sünneti kuvvetlendirmek ve büyük bir islâm imparatorluğunu kurmak için hilâfeti Mısır'daki Abbasi halifesi döküntüsünden zorla alıyordu. Osmanlı Padişahı Orhangazi, Birinci Murat, büyük Fatih ve İkinci Beyazıd devrine kadar Türklük, milli bir akışla akıyor, devletin dil, kültür ve resmi işlerinde öztürkçe türeler yürüyordu. Yavuz, hilâfeti Mısır'dan aldıktan sonra, bu siyaset tamamen değişmiş, devletin resmi diline arap ve acem lisanı ve Anadolu'nun her tarafına bir fıkıh ve şeriatçılık girip yerleşmişti.

Yavuz,  bu tarihten sonra Türkün öz dil ve edebiyatına karşı çetin bir yoketme siyasetini gütmüş, Alevilerin ve Türkmenlerin kâfir ve dinsiz olduklarına halkı inandırmış ve bunlara Kızılbaş adını takarak onları sünni Türklerin karşısında kanlı bir düşman safına yerleştirmişti. Bu yüzden doğu illerimizdeki sünni ve alevi Türk aşiretleri, asırlarca birbirlerini kırıp geçirmişlerdi.

Yavuz'dan sonra tahta çıkan bütün Osmanlı padişahları, Yavuz'un sünni ve kızılbaş diye iki partiye ayırdıkları doğu Türk aşiretlerinden daima sünnileri himaye ve takviye ederek, onları alevilere ve hattâ birbirlerine saldırtmış ve Yavuz'un doğu aşiretleri üzerine bir ismihas olarak bıraktığı Kürt ve Kürdistan adını perçinlemişlerdir. Bu kanlı dâva, meşrutiyet devrine kadar süregelmişti.

Alevi ve Bektaşi Türkler, tam dört yüz yıl (400) bu yoketme siyaseti karşısında ezilerek şeriatın acı fetvalariyle yok olup gitmişlerdi ve bu yüzden sünni Türklere ve Türklüğe karşı derin bir kin taşıyarak onlara: Yezit Osman, diye hitabetmiş ve padişahları, halife Osman'ın soyundan bilmiş ve kendilerini de herhangi bir millet ve Türk değil, yalnız alevi bilmişlerdi... Bu acı karşısında doğu illerindeki Zaza ve Kormanco şubesiyle temasa gelip, onların Zazaca ve Kormanco dillerini öğrenmek zorunda kalmışlardı.

Yavuz Sultan Selim, bu kadarla kalmamış, doğu illerindeki alevi Türkleri ve aleviliği yoketmek ve gerekirse, Şah İsmail ile şiiliğe karşı koymak için iç Anadolu'dan, Ankara, Konya ve Karaman taraflarından birçok sünni Türk aşiretlerini, doğu illerinin Muş, Beyazıt, Van ve havalisine göndermişti. Tarihimin birinci bölümünde doğuya gelişlerini belirttiğim bu aşiretler : Celâli, Zolan, Hayderan, Hasanan, Cibran, Sıpkan hülâsa Kormanco şubesini kuran ve Sultan Hamit çağında Hamidiye süvari alaylarına giren aşiretlerdir. Bu aşiretler doğu illerimize gelirken buranın yerli halkından olan Lohorto - Kurtbaba, yani Baba Kürdi adını alan dağlı aşirtlerle birleşerek onların Kormanco dilini öğrenip öz dillerini itirmiş, onlar da Kurt Babalar gibi kendilerini zamanla Kürt sanmışlardı.

Yavuz'un, doğu illerinde alevi Türk ve Türkmenleri ne biçin yokettiğini belirten Kadri Kemal Kop (Doğuda Araştırmalarım) adlı eserinin 50 inci sahifesinde:

" - Çaldıran'dan sonra Yavuz Fırat'tan İmraniye'ye kadar olan uylumları ele geçirip dönünce, yollardaki kızılbaşların yokedilmesini istedi. Yokedilen öz Türkler ve Türkmenlerdi. Selçukilerden daha önce doğu vilâyetlerimizin öz ahalisi olan ve oralarda medeniyet kurmuş bulunan yüzbinlerce Türkmen, bu salgından kurtulamıyarak, yerlerinden ve yurtlarından oldular."


Yine Kadri Kemal Kop, bu eserinin 46 ncı sahifesinde:

"- Sünnilikle şiiliğin Anadolu'da karşı karşıya siyasi birer fırka halinde yürüdüklerini ve nihayet bu siyasal durumdan Osmanlı imparatorluğunun parçalanacağından korkan Yavuz'un, kızılbaşlığı kaldırmak için meydana atılarak rastgeldiği her Türk kızılbaşı öldürmesine rağmen, yinede bu tarikatı söküp atamadığını ve hattâ Çaldıran ovasında Şah İsmail ile çarpışıldığı sabahın gecesi bile Yavuz'un ordusunda kızılbaş olan Yeniçerilerin dem çekerek ve on iki telli sazlarını çalarak Şah İsmail'in "Şahhatayi" mahlesi altında söylenmiş nefeslerini okuduklarını ve bunların arasında çok kızıl taçlı bektaşilerin bulunduğunu ve fakat bunların nefeslerine boyun büktükleri, " Şah Hatayinin" Şah İsmail olduğunu bilmediklerini hülâsa ederek yazıyor. (9)


İster Yeniçeri Bektaşiler ve isterse doğu illerimizdeki Aleviler, o çağda nasıl düşünülürse düşünsünler ve ne biçim hareket ederlerse etsinler, onlar gerçekten çok çetin bir durumda kalmışlardı. Şah İsmail, İran, Horasan ve bütün Türkistan'ı ve doğu illerindeki Alevi Türkleri birleştirip Caferi mezhebine, şiilik ve eski Türk akidesine dayanan büyük bir hükümet kurmak istiyor. Arapların Türklük üzerine manevi baskısını ve diğer dört mezhebi kaldırmağa uğraşıyor. Yavuz Sultan Selim, ehli sünnet ve bu mezhepler üzerine kurulan şeriat yolunda bütün islamlârı birleştirip, onların başı ve peygamber vekili olmak için uğraşıyor ve islâmiyeti Avrupa kıtasına yaymağa kalkışıyor ve bunun için de Roma İmparatorluğu ile Abbasi Devletinin hükmettiği bütün ülkeleri idaresi altına alıp kürrenin bu yarım toprağında; padişah, sultan ve halife olmak istiyordu. Bunu yapmak için de ilk önce şeriata aykırı giden alevilik ve şiiliği kaldırmak lâzımdı. 

İşte bu kasitle her iki taraftan çekilen kılıçlar, iç Anadolu ve en çok doğu illerindeki alevi ve bektaşilere saplanmış bulunuyordu. Bu bedbaht Türkler arada ne yapsalar, Şah İsmail'in gözünde : Osmanlı tebaası, ve Yeniçeri ordusu, Yavuz Selim'in bu zavallılar, başlarına gelen felâketi anlamış ve her iki taraftan çekilen kılıçlar arasında kırılmış, canlarını kurtaranlar her şeyden vazgeçerek doğu illerinin ve Anadolu'nun sarp dağlarına ve en çok Dersim, Akçadağ, Maraş ve Sivas ile Erzincan havalisinin kuytu meşeliklerine ve korkunç derelere kaçıp gizlenmişlerdi.

Bu halk, bütün bu zulümlerin, ehli beyti sevdikleri için başlarına geldiğine inanmış, artık kendilerini hiçbir milletten değil, yalnız alevi olarak bilmiş, ve uğrunda canlarını feda ettikleri Ali ve Aleviliğe sımsıkı bağlanmışlardı. Onların yegâne temas ettikleri ve zaman zaman beraber dövüştükleri kimseler, komşuları Kormanço ve Zaza kabileleri olmuştu. Bunlarla konuşurken dillerinden aldıkları kelimeleri öz türkçe dillerine karıştırıp lisanlarını bozmuşlardı (10). Son çağlara kadar milliyetlerini ve dinlerini aramak, bu halkın hatır ve hayalinden geçmemişti.

921-1505 tarihinde artık Dersim dağları Alevi aşiretlerle boğazına kadar dolmuştu. Yavuz Sultan Selim'in Erzincan'da vali bıraktığı Bıyıklı Mehmet Paşa, bu tarihten sonra birkaç kere Dersim üzerine yürümüş, aşiretler yıllarca Mehmet Paşa'nın kuvvetlerine karşı koyarak onları Dersim'e sokmamışlardı. Artık bu bölgede hükümetin hiçbir nüfuzu yoktu. Seyitlerin manevi buyrukları ve aşiret resilerin idareleri yürüyüp gidiyordu. Aşiretler arasında çıkan kavga ve dövüşler kan ve mülk dâvaları, Seyitlerle aşiret ağalarından toplanmış bir meclis tarafından hallediliyor, bu meclise (cemaat) adı veriliyordu. Cemaata içtimai ve ailevi işler de İmam Cafer'in türkçeye tercüme edilmiş buyruk kitabının hükümleri yürütüldü.

940-1524 tarihinde Kanuni Sultan Süleyman, Tebriz fethine giderken, artık doğu illerinin hiçbir ovasında Erzurum, Van, Muş bölgelerinde tek bir alevi Türkmen aşireti yoktu. Buradaki halk Lohortu dağlı Türklerin sonradan Yavuz Sultan Selim tarafından doğu illerine gönderilen iç Anadolu Türk aşiretleri (Kormanço şubesi) vardı. Kanuni Sultan Süleyman ikinci defa 945-1539 tarihinde İran seferine gelirken, yarım alevi olan Zülkadir oğullarından "Mehmet Han"a Kars sancağını, kardeşi Ali Bey'e Pasin ve Harput Beyliğini vermiş, Ali Bey Pasin'de son bir beylik kurmuş ve Pasin'de ölmüştü. (11) Sultan Süleyman bu seferinde doğu illerinin sarp dağlarına kaçan bu alevi ve Türkmen aşiretleri burdan çıkarıp Erzurum, Harput ve Kiği havalisinin ovalarına yerleştirmeyi buyruklamış ve o çağda padişahın adaletinden emin olan Koçgiri aşireti, Sivas'ın Zara bölgesine, Şahdeli aşireti, Palo ve Kiği taraflarına İzol ve Hiran aşiretleri eski yerleri olan Pertek bölgesi civarına, Balaban aşireti Balaban deresine, Şahveliyan, Kimsoran, Hamoçik oymakları Tercan ovasına inmişlerdi.

Kanuni Sultan Süleyman bu seferinde Tebriz'e girmiş ve artık islâhatından emin olarak ordusunun bir kısmını, Diyarbakır'a çevirmişti. Bu kuvvetin başında olan Kara Ahmet Paşa, Gürcistan temizlendikten sonra ordunun mühim bir kısmını, Diyarbakır'a götürmüştü. Kanuni Sultan Süleyman'ın yanındaki ordu, sayıca azdı. Padişah ordu ile Dicle nehri kıyılarına inerken, Şah Tahmasap bu durumdan faydalanarak doğu illerimize kanlı bir akın yapmış, Tercan ve Erzincan'a kadar ilerlemişti. Çerkes Osman Paşa, Şahın ordusunu karşılamış, bu kuvvete Dersim'in eteklerinde Erzincan, Tercan ovalarında bulunan aşiretler de katılarak İran ordusunu geri püskürtmüşlerdi.

1044-1628 tarihinde Dördüncü Sultan Murat, doğu illerine doğru sefere çıkmıştı. Padişah Erzincan'a gelirken vaktiyle haksızlığa uğrayan, Dersim dağlarına ve türlü çetin bölgelere sığınan Türk aşiretlerinin, buradan çıkıp Türk topluluğuna karışmasını candan arzu etmiş ve hattâ Dersim eteklerinde ve Pülümür bölgesinde olan Türkmen ve alevilerin doğu illerinin yukarı kısımlarında, daha geniş yerlere çıkmasını buyurmuş, bu buyruk üzerine o gün; 


- Balaban aşiretine mensup Hıdıkanlı kabilesi, Hınıs ilçesinin merkez kasabasına bağlı Başköy, Meydan, Kalecik ve Çiçekli köylerine, ve 

- Kırdım deresinde bulunan Çarıklı aşiretinin (Sisan) kabilesi yine Hınıs ilçesinin Mirseyit, Mirgezer, Şağlam, Halefan ve diğer köylerine, ve 

- Erzincan'ın Danzig bölgesinde oturan Lolan aşiretinden ayrılan Kacer ve Kasım kabileleri de Varto merkez kasabasının Halefan, Sigir, Kaçan ve Karaköy bucağının Selçuk, Dirban, Kiranlık, Şeyh Pir ve İskender köylerine, ve 

- o çağda Tercan dağlarında bulunan Bütükân kabilesinin bir kısmı da Hınıs ilçesi Halil Çavuş bucağının Karaağaç, Beyyurdu ve diğer köylerine, ve 

- Şahdeli aşiretinden ayrılan bir kabile, yine Hınıs ilçesinin Şahverdi ve Künav köylerine, ve 

- yine Şahdeli aşiretinin bir kabilesi olan Cünan kabilesi Lâl oğulları da şimdiki Karlıova ilçesinin Liçik, Kayık, Akdaş köyleriyle, Korto mıntakasının Başköy ve Şılıkan köylerine gelip yerleşmişlerdi.


Bu çağda Hormekli kabilesi, Nazimiye'nin Civarik, Balık, Hormak köylerinde bu aşiretin Alıkan oymağı da Gülâbi oğlu Mut'un idaresinde olarak Erzincan'ın Silepir bucağının Büyükköy, Dalav ve Şavşek köylerinde otururlardı. Bu aşiret halkı da 1044-1628 yılında Sultan Murad'ın buyruğu üzerine aşağıdaki bölümlere yayılmışlardı:

1 - Pircan kabilesi : Hasanhan Ali emrinde olarak Tercan ovasına ve oradan Varto ilçesinin Üstükran bucağına bağlı Rakasan, Tatan ve Küzik köylerine,

2- Yine bu aşiretten ayrılan (Zormamet) kabilesi, Üstükran bucağının Badan ve Civarik köylerine,

3- Hormek aşiretinin (Bali) kabilesi de Refahiye ilçesinin Kırıktaş, Gürelik, Alacahan köyleriyle, Kuruçay ilçesinin Halitler, Gâvuryurdu ve Eskikonak köylerine,

4- Yine Hormek aşiretinden ayrılan Karadavut kabilesi de Üstükran bucağının merkezine gelmişlerdi.


Hormeklilerin bir kısmı yine Erzincan'ın Silepür bucağında ve bu aşiretin topluluğu ise Balık, Civarik ve Hormek köylerinde ilağası Kara Yakub'un torunu Gülâbi ağanın emrinde kalmışlardı.






Fereşat - Fero

Fereşat, Hormekli Gülâabi ağanın oğludur. Doğum tarihinden Fereşat-Fero oğullarının büyük bir önemi vardır. Bu sebeple bu aileden biraz konu açmak faydalıdır, sanırım.

Hormek şeceresini gösteren Alâgöz hamailinde, yukarıda açıkladığım gibi şu cümle vardı. (Gülâbi ağa oğlu Fereşat, dedesi Kara Yakub'un kılıcını aldı. sülbüs dağında çadır kurdu) dediği bu Fereşat'tır. Sonradan bu adamdan doğan aileye Fero oğulları denilmiştir.

Fereşat babası Gülâbi 1055-1639 da Nazimiye'nin civarik köyünde ölürken kendisi 18 yaşında imiş ve o çağda Dersim aşiretleri durmadan birbirleriyle savaşıyorlardı. Hormek, Hiran, İzol ve Kereyşan aşiretleri birleşerek yukarı dağlardaki Hayderan, Alan, Demenan Arili aşiretleriyle dövüşmüşler, Fereşat dedesi Kara Yakub'un kılıcını kuşanarak Sülbüs dağlarına çıkıp hasımlarını yenmişti.

Bu aşiret kavgalarına yine Seyitler ve Şeyh Hasan boyların ağaları aracılık yapmış (cemaat) yaparak bu aşiretleri barıştırmışlardı. Fereşat, devlet tarafından doğu Dersim'e - mütesellim - dikilmiş ve Karsanlı Koç Yusuf'un sülâlesinden bir kızla evlenmişti. Fereşat bir gün çocuklarını denemiş, bunlardan yiğit çıkmıyacağını anlıyarak, Şeyh Hasanlı aşiretlerden Koçuşağı kabilesi resisi İbrahim ağanın kızıyle evlenmiş, Yusuf ve Mustafa adlı iki yiğit çocuk babası olmuştu. (12)

Fereşat, 1119-1703 yılında Civarik köyünde ölmüş yerine oğlu Yusuf ilağası olmuştu. Yusuf ve Mustafa babasını geçmiş yiğitlerdi. Mustafa, Tercan ovasında Faroğlu adlı bir aşiret ağası tarafından pusuya düşürülerek öldürülmüş, Yusuf, topladığı bir kuvvetle Kötür köprüsü başında Faroğlu ile kardeşini öldürmüş ve köylerini yağma etmişti. (13) Alâgöz şeceresinin verdiği bilgiye göre Yusuf 1160-1744 tarihinde Hormek-Civarik köyünde ölmüştür.

Yusuf'un yerine oğlu Zeynel ağa geçmiş, Zeynel ağa kardeşlerinden birisine Karsanlı Beylerden birisinin kızını getirmiş, bu kız kocasını sevmediği için, babasının evine gitmiş, Zeynel ağa gelini istemiş vermemişler. Nihayet bir gece yanına aldığı birkaç delikanlı ile Karsanlı Beyi'nin evine dalmış, gelini dışarı çekip kılıçlamış ve bu Bey'in Hayderan aşireti ağasına nişanladığı genç kızını kaçırıp, kardeşine getirmiştir.

Bu mesele aşiretler arası bir (namus) dâvası telâkki edilmiş, doğu aşiretleri ve Hayderanlılar, Hormek köylerine akmışlar, bu köylerde mahşeri andıran kanlı savaşlar olmuş. Hıran, Kurişan, İzol ve Şeyh Hasan aşiretlerinden birkaçı, Hormeklilere yardıma gelmiş, fazla kan dökülmüş, nihayet Seyyitler ve bitaraf aşiretlerin ağaları aracı olmuş, Zeynel ağa, kızı geri vermediği için bu bölgeden çıkmağa karar verilmiş. Zeynel ağa bu kararı kabul ederek köylerini Hormeklinin Alıkan kabilesinden Gülâbi ağaya terkederek, kendisi kırk ve halkiyle 1202-1786 yılında Kiği ilçesinin Hösnek bucağına gelmiş, burada Zeynel mezresini yeniden yapmıştır.





Varto ve Kiği'de Hormekliler ve Doğu İllerindeki Resmi Beylikler


Bu sırada doğu illerinde devlet tarafından kurulmuş Beylerbeyi ve mirimiranlar vardı. Bunlardan Muş'ta Alâettin Paşa, Garzan'da Fettah Bey, Kiği'de Yazıcıoğulları meşhurdu. Erzurum ve Erzincan gibi büyük şehirlerle idare edilirdi. Yazıcıoğulları Kiği havalisini kasıp kavuruyorlardı.

Zeynel ağa Kiği'ye geldikten sonra Dersimliler, kızı alamadıklarına pişman olmuş, bu kızın Zeynel ağadan alınıp kendilerine gönderilmesi için Yazıcıoğlu Eyyüp Bey'e bir mektup yazıp göndermişlerdi. (14)

Yazıcıoğlu, bu mektubu alınca, fazla korkmuş, kızı aldırmak için Zeynel ağa mezresine kırk atlı göndermişti. Bu sırada Varto'daki Hormeklilerden Şemanlı Hasanhan, otuz atlı ile Zeynel ağayı görmiye gelmiş, bunlara keçiler kesilerek açık havada sofra kurulmuş ve misafirlere yemeğe oturmuşlardı.

Bu sırada Yazıcıoğullarının atlıları gelmiş, kızı istemişlerdi. Hasanhan ve Hormekliler, kilimlerin uçlarından tutarak, sofradaki kabları birbirine karıştırmış ve kılıçlarını çekerek, gelenlere hitaben:

- Karılarımızı zorla mı alacaksınız. Şimdi kan gövdeyi götürecek! deyince Yazıcıoğullarının atlıları inmeden geri dönmüş. Hâdiseyi beylerine anlatmışlar ve Yazıcıoğulları artık bu istekten vargeçmişlerdi.

Mektuptan cevap alamıyan doğu Dersim kabileleri 1202-1786 yılının birinci teşrin ayında, yedi yüz kişilik bir kuvvetle Zeynel ağa mezresini basmış, burada hazır bulunan iki yüz kişilik Hormek kuvvetiyle şafakta kılıç kılıca gelmişlerdi. Savaş akşama kadar sürmüş, Zeynel ağa kulesi tehlikeye girmiş, bu sırada Zeynel ağanın küçük oğlu 18 yaşındaki "Mustafa Zeynel" bir hârika halinde ileri atılarak düşman saflarını altüst etmiş. Dersimliler kaçarak Tamran köyü sırtlarına kadar Hormek kuvvetleri tarafından takibedilmiş, bu savaşta on yedi Hormekli ve kırktan fazla Dersimli katledilmiştir.

Zeynel ağa bu baskından bir kış sonra, yani 1203-1787 yılının baharında aşiretini alarak Zeynel mezresinden Kârir dağları arasına sıkışan Kiğini Kârir bölgesinin (Durabey) Darabi köyüne gelip yerleşmiştir. Bu çağda , Hormekliler Kârir bölgesinin dokuz köyünde ve Varto ilçesinin Üstükran bucağına bağlı yirmi bir köye yerleşmişlerdi. Kârir'deki Hormekliler, Zeynel ağa ve Varto'daki Hormekliler Picran kabilesinden Hasanhan - Ali oğulları Mehmet ve Halit ağalar tarafından idare edilirdi. Dolayısiyle Zeynel ağa, bütün Hormek aşiretinin başı ve reisi idi.

Bu sırada Muş'ta bulunan Beylerbeyi Alâettin Paşa, Muş, Hınıs, Malazgirt, Bulanık ve Bitlis havalisinde bir nevi müstakil saltanat sürüyordu. İran Şahının bir akrabası siyasi bir meseleden ötürü kaçarak Alâettin Paşa'ya sığınmıştı. Paşa bir gün söz arasında:

- Şahınız kızını bana versin! diye Şah'ın akrabasına hitabetmiş bu sözden çok içerliyen İran Şahının akrabaası, gecenin birisinde İran'a firar edip hâdiseyi Şaha anlatmış ve affa uğramıştır.

Alâettin Paşa'nın bu sözünden fazla üzülen İran Şahı 1210-1794 tarihinde doğu illerimize kuvvetli bir ordu göndermiş, bu ordu evvelâ Van hududuna Celâli, Zilân, Hayderan, Sıpkan aşiretlerini önüne katarak püskürtmüş. Bu aşiretler Malazgirt'e çekilerek Hasanhan'ı aşiretiyle birlikte Varto'nun Bingöl dağlarına gelip çadır kurmuşlar ve ailelerini burada yerleştirdikten sonra, Varto'daki Cibran, Hormek ve Lolan aşiretleriyle birleşip Malazgirt ovasında İran ordusunu karşılamışlardı. İran ordusu, bu aşiretleri ve Alâettin Paşa kuvvetlerini yenerek Muş ve Hınıs ovalarına inmiş, Varto'nun Üstünkran bucağından geçerek (15) uğradığı yerleri talanlayıp, şimdiki Karlıova ilçesinin Kargapazar köyünde yine bu aşiretlerle bunlara katılan Yazıcıoğulları ve Zeynel ağanın kuvvetleriyle karşılaşınca, buradann şimale dönerek Kurtyüzü deresi ve Şuşar bölgesi üzerinden Bingöllerin kuzey eteklerinden Hınıs'a geçmiş. Malazgirt ovasından tekrar İran'a dönmüştür.

1211-1795 tarihinde, İranilerin tahrikiyle Bedirhâniler ve Can ilinin Hoşap ilçesindeki Müşkân aşireti, devlete karşı isyan etmişlerdi. Hükümet, İstanbul'dan Reşit Paşa'yı bu tedib harekâtına komutan tâyin ederek büyük bir kuvvetle Erzurum'a göndermişti. Muş, Beylerbeyi Alâettin oğlu Emin Paşa, bu havalideki aşiretleri emrine alıp bu ordu ile Van hududundaki asiler üzerine yürümüştü. Bu neferi - âma Kiği Beylerbeyi Yazıcıoğlu ile Zeynel ağa ve Varto'daki Hormekliler ve Cibranlılar ve Malazgit'teki Zeynel ağa, Cibranlılar, Teymur - fendi, Hasanlılar, Fariş ağa emrindeydiler.

Bu kuvvetler Van hududundaki asileri tedip ederken, İran topraklarına girmiş ve geri dönmüşlerdi. Bu savaşta Hormekli Mehmet-Hasanhan öldürülmüş cesedi Varto Küzik köyüne getirilmişti. (16)

Zeynel ağa 1225-1809 yılında Darabi - kiği köyünde öldü. Zeynel ağanın Mehmet, Ali, Mustafa Zeynel adlı üç oğlu vardı. Mehmet ağa büyükleri olduğu için babalarının yerine ilağası olmuş ise de, aşiretin idaresi kardeşleri Ali Nalkıran ile Mustafa Zeynel'in ellerinde bulunuyordu. Bu kardeşler bütün Kiği bölgesini ellerine geçirmişlerdi. Yazıcıoğulları bunları çekemiyor ve kıskanıyorlardı. Bu sebeple bir gün yalnız Tamran köyünden gelen Ali Nalkıran (17) yoluna yirmi atlı göndermişlerdi. Bu atlıların çoğu Nalkıran'ın elinde telef olmuş, yedi kardeş olan Yazıcıoğulları, şiddeti bırakarak Zeynel ağa oğullariyle uyuşmuş, onları kendi evlerine davet edip kirvelik yapmışlardı. Yazıcıoğulları sünnetten sonra kahve fincanına ağu katıp yalnız Nalkıran ile Mustafa Zeynel'e vermişler, Nalkıran zehiri içimiş, Mustafa Zeynel şüphelendiği için kasten fincanını düşürmüştü. Ali Nalkıran daha orada iken sancılanmış ve eve dönerek ölmüştü. 1236-1820.

Mehmet ağa, kardeşinin ölümünden fazla kederlenerek bir ay sonra o da ölmüş, küçükleri olan Mustafa Zeynel kardeşlerinin intikamlarını almak için kardeşi Mehmet ağanın oğlu ikinci Zeynel'i babası yerine geçirerek kendisi beline bağladığı Kara Yakub'un kılıcı ile Kiği'nin ormanlarına dalmıştı.  Mustafa Zeynel'in çeteciliği, Yazıcıoğullarına fazla zayiat veriyor ve bu Beyler evlerinden harice çıkamadıkları için hakiki intikam alınamıyordu.

Bütün Kiği bölgesi Yazıcıoğullarının zulmünden usanmış, bu Beyler, Karabaş aşireti reisi Mehmet Han'ı evlerinde kazığa gerdikleri için, Karabaş aşiretinin ikinci köylerinden "Kereşan"a çağırmışlar, Mustafa Zeynel buraya yirmi ev Hormekli ile gitmiş, sonradan Molla Musa gizliden Yazıcıoğullariyle uyuşarak Mustafa Zeynel'e bayağılıkla bir suikast yapmış ise de, onun harikulâde yiğitliği karşısında, hiçbir şey yapamadan Kiği'ye kaçmıştı.

Mustafa Zeynel bir yıl sonra yedi kişilik bir çete ile İkiz yaylasını basmış, bir düğün barında olan Molla Musa ve yedi arkadaşını tutup öldürmüş ve bunların kanını bir kazan yoğurda akıtarak İkiz yaylası altındaki kayalığa sürmüştür. (18)

Ali Nalkıran'ın zehirlenmesinden sonra üç yıl geçmişti. Bu müddet içinde Mustafa Zeynel geceleyin birkaç kere Yazıcıoğullarının kapılarına kadar sokulmuş ve yüzlerce muhafızın nöbetleri karşısında hiçbir şey yapamadan geri dönmüştü.

Yazıcıoğullarının zulümleri artmış, bunlar Kiği bölgesinin bütün aşiret ağalarını evlerinde kazığa germiş, halkı esir gibi kullanmış ve amcaları Mehmet Bey'in Tamran köyündeki bütün arazi ve değirmenlerini zorla almışlardı.

Mehmet Bey, bunlardan intikam almak için bir gece gizlice Mustafa Zeynel'le görüşerek onu konağına götürmüştü. Mustafa Zeynel, oğlu İbrahim ve Hilâl ve yeğeni Nalkıran oğlu Selim ile Bursa'dan yanlarına gelen Hasan teymur, Mehmet Bey'in konağına gidip yatak dolabında saklanmışlardı.

Mehmet Bey, bizzat yeğenleri olan Yazıcıoğullarına gidip bütün haklarından vazgeçtiğini söyleyerek, onları kendi konağına davet etmişti. Bu davete Yazıcıoğlu Eyyüp, Arslan, İsmail, Akit ve Halil Beyler icabet etmiş ve Mehmet Bey'in konağına gelerek işrete dalmışlardı.

Gecenin saat altısında, muhafızlar istirahate çekilmiş, Mehmey Bey'in serkârı içeri girerek elindeki boş kâğıdı Eyyüp Bey'in dizine koymuş. "Miro, sana ferman..." diye bağırmıştı. Bu parola üzerine Mustafa Zeynel ve arkadaşları dolaptan çıkıp Beylerin üzerine atılmışlardı.

Beyler, duvarda asılı bulunan silâhlarına sarılarak boğaz boğaza gelmişlerdi. Yarım saat süren kanlı bir boğuşma sonunda, beş Yazıcıoğlu katledilmiş, Mustafa Zeynel ve arkadaşları, Beylerin atlarına binerek şafakta Darabi köyüne gelmişlerdi. Mehmet Bey sabahleyin Beylerden sağ kalan kerdeşlerden diğer birisini araştırıp samanlıkta bularak onu da öldürmüş, yedi kardeşin en küçüğü olan Küçük Mehmet Bey, kurtularak İstanbul'a Sultan Mahmud'un huzuruna çıkmış, Büyük Mehmet Bey'le Mustafa Zeynel'in katillerine ferman çıkarmıştı. Katledilen bu altı kardeşin mezar taşlarındaki tarihte yazıldığı gibi, bu hâdise 1240-1824 yılının ağustos ayında zuhura gelmişti.

Padişahtan çıkan bu iradei seniye üzerine Muş Beylerbeyi Emin Paşa, Palo ve Sancak mıntıka Beyleri, Kiği ve bu bölgelerden toplanan dört bin kişilik bir kuvvet, Emin Paşa emrinde olarak 1240-1824 yılının ikinci teşrin ayında Kiği'ye gelerek, büyük Mehmet Beyi Şeytan dağlarına kaçıırp kellesini kestikten sonra Mustafa Zeynel ve Hormekliler üzerine yürümüştü.

Bu kuvvet, ilk önce Kârir bölgesinin Şirna köyüne girerek burada Mustafa Zeynel'in akrabalarından Karaman oğulları Hasan ile kardeşini öldürmüş ve Hormeklilerin sığındıkları Darabi köyünü sarmıştı. Darabi, çok sarp ve çetin bir köydü. Bu köye gelecek tek yolun geçit vermez derbendi üzerinde Mustafa Zeynel ve altı oğlu bekliyordu. Diğer Hormek piyadeleri ikinci Zeynel'in emrinde olarak, Darabi'nin yalçın kayalıklarını tutmuşlardı. Muhasara tam otuz bir gün sürmüş, Emin Paşa kuvvetleri geçidin başında çok telefat verdikleri halde, köye girememişlerdi. Kış ve karlar başlamış, köyün alınması için ümit kalmamıştı.

Emin Paşa, Şahdeli aşireti reisi Hacı Süleyman'ı çağırmış, onu Mustafa Zeynel'le konuşmağa göndermişti. Hacı Süleyman, derbendin başında Mustafa Zeynel ve yeğeni ikinci Zeynel ile görüşerek bu fermanın bizzat Padişahtan çıktığını ve Padişahın fermanına itaat ederek, hiç olmazsa, köyü Emin Paşa'ya teslim edip, köyden savuşmalarını söylemişti.

İkinci Zeynel çok zeki ve dirayetli bir zattı ve aynı zamanda aşiretin başı bulunuyordu. amcası Mustafa Zeynel : " Şadili oğullarının sözlerine güven olmaz..." demiş ise de, onu ikna ederek gecenin birisinde bütün aşiretiyle köyden çıkmış, Çapakçur'un Belezer meşeliğine sığınmıştı.

Emin Paşa kuvvetleri, köye girerek Zeynel ağanın ambar ve kıymetli eşyasını talan ettikten sonra, yine Hacı Süleyman'ın tahrikleriyle İkinci Zeynel ve amcası Mustafa Zeynel'i Belzer meşeliğinde sarmışlardı. Çok çetin olan bu yerdeki kuşatma, bir hafta sürmüş, fazla kar ve fırtınalar olmuş, Emin Paşa, Mustafa Zeynel'i elde edemiyeceğini anlayınca, kuvvetlerini alıp geri çekilmişti. Hormekliler bu kuşatmadan kurtulunca aflarını çıkartmak için Kuziçan'da Şah Hüseyin Bey'in yanına gitmişlerdi (19)

Erzincan tarihini yazan vali Ali Kemali, bu eserinin 342 nci sahifesinde bu hâdiseyi hülâsa olarak şöylece vasıflandırmaktadır:

"Yazıcıoğulları, Kiği'de iki asır derebeylik sürmüşlerdir. Bunların en meşhurları, Zalim veyahut büyük Mehmet'tir. Bu adam Tamuran köyünde şato gibi büyük evinde oturuyormuş, hattâ meşhur şair Ethem Pertev Paşa 1240 da bunun konağında dünyaya gelmiş. Çünkü babası Fenni Efendi, Mehmet Bey'in kâtibi imiş. Mehmet Bey'in Hopus köyünde oturan amcazadeleriyle arası açılmış, Mehmet Bey bunlara karşı silâh kullanmış ise de, mağlup olunca bunları hile ile evine davet ederek, geceleyin hizmetçilerini teslih ederek, üçünü içeride, birisini de saklandığı samanlıktan çıkarıp öldürtmüştür.

Maktul Beylerin diğer amcaları olan küçük Mehmet Bey, İstanbul'a giderek Sultan Mahmut'tan, Mehmet Bey'in katline ferman istemiş, Muş valisi Emin Paşa'ya götürmüş. Emin Paşa intihap ettiği mütedebbir ve cesur bir zabitin maiyetine yüz süvari vererek Mehmet Beey'e bir baskın yapmış, Mehmet Bey Erzurum'a kaçarken Şoşe yolu üzerinde yakalanmış, başı kesilerek Muş'a gönderilmiş. Cesedi Bey-Tahtı olan mahalde metfundur" diyor. (20)

Mustafa Zeynel ve akrabası o kış Kuziçan'da Şah Hüseyin Bey'e misafir kalmışlar, ertesi yıl Şah Hüseyin Bey'le Balaban aşireti reisi Gülâbi Ağa, İstanbul'a giderek Hormek ağalarının aflarını çıkarmışlardı.

Bu sırada Dersim aşiretleri, Şah Hüseyin Bey'in konağını basmışlardı. Bunlarla konakta bulunan Mustafa Zeynel ve Hormekliler arasında şiddetli bir çarpışma olmuş, Ali Nalkıran'ın oğlu Selim ile Mustafa Zeynel'in oğlu Hilâl, Kızılbel gediğinde öldürülmüş ve Dersimliler büyük zayiata uğrayarak geri çekilmişlerdi. Selim, Balaban aşireti reisi Gülâbi ağanın damadı idi. Ağa Mustafa Zeynel ve Hormeklileri Balaban deresine götürmüş ve kızını ikinci defa Mustafa Zeynel'in oğlu İbrahim'e vermişti. Hormekliler aflarını Erzurum valisinin elinden alarak 1241-1825 de tekrar Kiği'nin Darabi köyüne dönmüşlerdi.

İkinci Zeynel ile Yazıcıoğlu Mehmet Bey barışmışlardı. Bu barış şartına göre: Yalnız Mustafa Zeynel evini alıp Varto'daki Hormeklilerin başına gidecekti. Varto'daki Hormekliler, Cibran aşireti tarafından sıkışık bir hale gelmişlerdi. Bunlar bu haberi işitince kendilerini düşmandan kurtarmak için Kiği'ye gelerek Mustafa Zeynel'i Varto'ya getirmişlerdi.

Mustafa Zeynel Varto'ya gelirken Lolan aşireti reisi Ali ağa ile birlikte Muş Beylerbeyi Emin Paşa'yi ziyarete gitmişti. Emin Paşa binlerce neferi-âmla ele geçiremediği Mustafa Zeynel'i karşısında görünce çok sevinmiş ve hanımına : " İşte bizi Darabi köyünde bir ay durduran ve ayı ile kucaklaşarak yere indiren Mustafa Zeynel yiğidim budur" diye iltifat etmiş ve kendisini rakipleri olan Yazıcıoğullarının katlinden sevindiğini imâ etmişti. Emin Paşa, Mustafa Zeynel'e birçok hediyeler vermiş ve ona ilağalık kürkünü giydirerek Varto'nun Kasman köyünü kendisine vermişti. Mustaf Zeynel yedi oğlunu ve evlerini alarak 1242-1826 yılında Kasman köyüne gelip Varto'daki Hormek aşiretinin idaresini eline almıştı.

Bu çağda, Yeniçeri isyanı başlamış, Padişah Yeniçerilerin yokedilmesi için doğu illerine iradei seniye göndermişti. Erzurum ilinde Yeniçeri ağası bulunan Gürcü Osman Paşa, aylıklı olarak kullandığı Çerkes Yeniçerilerle hükümete isyan edip, Erzurum hükümet konağında kuvvetli bir müdafaa hattı kurmuştu. Emin Paşa'nin emriyle Muş, Varto, Bulanık ve Malazgirt'teki aşiretlerden mühim bir kuvvet toplanarak Erzurum'a yürümüştü. Varto'dan giden Cibran aşireti başında Mehmet Halil ve Hormek aşireti başında Mustafa Zeynel vardı.

Gürcü Osman Paşa ilk önce hükümet neferi-âm kuvvetlerini şehrin dışında karşılamış, yanında beş yüzden fazla Yeniçeri kuvvetinin yokedildiğini ve kaçırıldığını görünce, hükümet konağına kapanarak eldeki Yeniçerilerle kendisini savunmaya başlamıştı. Bir iki saat içinde hükümet kuvvetleri Yeniçerileri yenmiş ve hükümet konağının kapılarına dayanmışlardı. Bu acı mağlubiyeti gören Osman Paşa konağın balkonuna çıkarak muhasaracıların merhametlerini celbetmek için : " Devlet kahpe devlet...Ben sana ne hizmetler yaptım...Bu vatan için ne emekler çektim. Sen benim mükâfatımı böyle mi ödiyecektin?" diye ağlamıştı.

Konağı kuşatan devlet kuvvetleri ve Erzurum halkı, Yeniçerilere son bir satır atarak konağın kapılarını kırıp içeriye girmiş ve Osman Paşa'yı diri olarak tutmuşlardı.

Padişah'ın iradei seniyesinde ve Muş Beylerbeyi'nin emirlerinde, Yeniçerilerin ve Osman Paşa'nın "Malı size, canı bize" denildiği için neferi-âm kuvvetleri Erzurum'da bulunan Yeniçerilerin ve Osman Paşa'nın bütün  ev, altın ve eşyalarını yağma etmişlerdi. Yalnız iki Çerkes Yeniçeri, Osman Paşa'nın iki küheylân atına binerek bütün neferi-âm atlıları tarafından takip edildikleri halde, İlice yolunda tozu dumana katarak kaçıp kurtulmuşlardı.

Osman Paşa Varto kuvvetlerine teslim edilip, Varto'ya getirilmişti. Osman Paşa o sırada Sünnilerin en büyük şeyhi olan Vartolu Şeyh Zeynelâbidin'e misafir edilmişti. Emin Paşa'dan o gün Varto'ya gelen bir mektupta, Osman Paşa'nın Varto'da öldürülmesi emrediliyordu.

Zeynelâbidin, mektubu okumuş, misafirine karşı büyük bir gönül acısını hissetmişti. Osman Paşa da konağa girip çıkanların durumundan o gece öldürüleceğini sezdiği için gece, hayli ilerlemiş olduğu halde, bir türlü Şeyhin harem tarafına gitmesine razı olamıyordu. Şeyh, gecenin saat beşinde divandan kalkmak isterken Osman Paşa, ellerini onun cübbesinin eteklerine koyarak yalvarırcasına:  " Şeyhim...Fazla kederliyim, biraz daha oturalım" diyip, Şeyh Zeynelâbidin'in kalkmasına engel olmuştu.

Şeyhin bölgede dehşetli nüfuzu vardı. Esasen Emin Paşa, bu idam emrinin infazını ondan rica etmişti. Arada resmi bir mesuliyet mevcut olduğu halde Şeyh, büyük misafirini kırmamış, onun birbiri ardınca: " Şeyhim biraz daha oturalım!" sözlerine saygı göstererek sabaha kadar Osman Paşa'nın yanında kalmıştı. Şeyh bu sırada bir aralaık su dökmeye çıkmış, hemen cellâtlar içeriye girip Osman Paşa'nın boynuna doladıkları iplerle Paşayı boğmuşlardı.

Osman Paşa boğulduktan sonra, Muş'tan gelen bir atlının Emin Paşa'dan getirdiği bir mektupta  "Paşa'nın Padişah tarafından affedildiği" yazılıydı... O saatte artık Osman Paşa teneşir üzerinde ve boğazındaki ip izleri kara birer yılan gibi boğazını dolamışlardı. Şeyh Zeynelâbidin, misafirinin ölümünden duyduğu üzüntü ile göz yaşlarını dökerek onu Varto'da gömmüştü.

Bu sırada Varto'daki Cibran, Lolan ve Hormek aşiretleri Bingöl yaylarına çıkmışlardı. Bunlardan Cibranlılar hâlâ göçebe bir halde yaşıyor, yaz aylarında Bingöl dağlarında çadır kurarak, kışın hormek ve Lolan köylerine gelip bu halka yüklenip ot ve yiyeceklerini paylaşıyorlardı. Bu hal, yeni Varto'ya gelen Mustafa Zeynel'e çok ağır gelmiş, Cibranlıların kendilerine ev, köy yapmasını , yoksa Hormek köylerine bırakmıyacağını bildirmişti. Bu haberden hiddetlenen Cibran ağası Mehmet Halil 1243-1827 yılının yaz aylarında beş yüz atlı ile Mustafa Zeynel ve Hormeklileri yaylalarında çevirmiş ve dövmüşlerdi. Bu dövüş bir hafta sürmüş, her iki taraf da hayli zayiata uğramıştı.

Nihayet Karlıova ve Bulanık bölgelerindeki Cibranlılar, Mehmet Halil'e yardıma gelerek, kuvvetleri Hormeklilerin on misli fazlasına çıkmış, Mustafa Zeynel bu durum karşısında aşiretini toplayarak Şeman kalesi altındaki Hesar deresine çekilip burada muhasara edilmişti. Bu muhasara kırk gün sürmüş, Mustafa Zeynel, yedi oğlu, Hormek yiğitleri ve en çok Mustafa Zeynel'in oğlu İbrahim, harikalar göstermiş, Cibranlılar bir türlü Hesar'ı alamamışlar, hem Hormekliden ve en çok hücum eden Cibranlılardan hayli adam telef olmuş, nihayet Şeyhlerin araya girmesiyle Mustafa Zeynel ve Mehmet Halil, Babin gerisindeki Cibran ağası çadırında birleşip barışmışlardı. 

Bu barışa göre : Cibranlılara fazla zayiat veren Mustafa Zeynel'in oğlu İbrahim, Kiği'nin Kârir bölgesinde olan amcası oğlu İkinci Zeynel'in yanına gidecek ve barışta Mustafa Zeynel'e uymayan Üstükranlı Ali - Hamet, barıştan hariç tutulacaktı. Cibranlılar da artık Hormek ve Lolan aşireti köylerinde kışlamıyacak ve kendilerine ev ve yurt yapacaklardı.

Bu tarihten sonra Cibranlılar Varto ovasında Leylek, Karakurt, Alâgöz ve sair köylerle, Şerafettin eteklerindeki boş köyleri işgal edip buralarda yurtlanmışlardı.

Bu barıştan sonra,  Ali - Hamet Üstükran bucağında Cibranlılar tarafından pusuya düşürülerek öldürülmüş, İbrahim bunun intikamını almak istemiş ise de , babası Mustafa Zeynel sözünü geri almıyacağını ve barışı bozamıyacağını ileri sürmüş, bundan fazla içerlenen İbrahim, gecenin birisinde, karısını ve çocuklarını alarak şimdiki Karlıova ilçesinin Kartal dağları gölgesinde olan Binkoz mezresine gitmişti. Mehmet Halil, bu bölgede olan Cibran aşireti reisi 'Pullak Hüseyin'e haber gönderip İbrahim'in öldürülmesini istemiş. Pullak Hüseyin evvelâ gelip İbrahim'le kardeş olduktan sonra, yetmiş atlı ile bir gece İbrahim'in küçük evini basmıştı.

O gün akıllara sığmayan bir hâdise olmuş, İbrahim tek başına bu kadar atlı ile çarpışarak arazinin durumundan ve kendi cesaretinden Allah'ın mucizesinden faydalanmış. İllağası Pullak Hüseyin ve beş kişiyi öldürüp bu atlıları Bahçe köyüne doğru sürmüş ve mağrıp karanlığa çocuklarını atarak Kartal dağına tırmanmış ve buradan amcası oğlu İkinci Zeynel'in yanına değil, kayın babası Balaban aşireti reisi Gülâbi ağanın yanına varmak için Kuziçan dağlarına çıkmıştı.

İbrahim'in yolu burada Kuziçan'in Tüzük köyüne uğramış, Tüzük köyünde oturan Çarıklı Şeyhi Hüseyin Bey'in akrabasından Deli Hasan oğlu Mustafa, eski dostu ve kirveleri olan İbrahim'in bir hafta orada istirahat ettikten sonra, Balaban deresine geçmesini rica etmiş ve İbrahim bu dostunu kırmıyarak orada bir hafta misafir kalmıştı. Bu sırada Şeyh Hüseyin Bey ölmüş, yerine oğlu Ali Bey, Çarıklı aşiretinin başına geçmişti.

Meğerse, Deli Hasan oğlu Mustafa, bir müddet önce Ali Bey'e karşı koymuş ve onun yakında kendisine baskın vereceğini bilmiş olduğu için İbrahim'in yiğitliğinden faydalanmak üzere İbrahim'i burada misafir alıkoymuştu. Aksine Ali Bey'in kardeşi Teymur Bey bu köyü kırk kişi ile kuşatmış. İbrahim aracılık yapmış ise de , Teymur bey dinlemeyerek hücuma başlayınca İbrahim'in kanına dokunmuş, her iki taraf da silâhlarına sarılıp tutuşmuşlardı. Bu savaşta Teymur Bey ağır yaralanmış ve piyadeleri onun yaralı cesedini alıp Ali Bey'e götürmüşlerdi 1250-1834.

Ali Bey, bu haberleri alınca beş yüz kişiyle köyü basmış ve Deli Hasan oğlunun adamlarını kılıçtan geçirmiş. Deli Hasan'ın Mustafası, İbrahimle bir evde muhasara edilmişlerdi. Bunların muhasara yerinde teslim olmıyacaklarını anlayan Ali Bey kapıya giderek Mustafa'yı affettiğine dair İbrahim'e yemin etmiş. İbrahim bu yemine aldanarak Mustafa ile birlikte Ali Bey'e teslim olarak Ağaşenliğine gelmişlerdi.

Pülümür ve Tercan bölgelerinde İbrahim bu kanlı olaylar içinde iken Mustafa Zeynel de babasının evine, Kârir'e gidip orada ölmüştü 1250-1834 (21)

Mustafa Zeynel'in yerine büyük oğlu Veli ağa geçmiş, bu zat, kardeşi İbrahim'in uğradığı akibeti haber alınca, kardeşleri, Talu, Mahmut, Ağa ve Resul'ü çağırarak gidip kirveleri Şeyh Hüseyin oğullarından İbrahim'i alıp getirmelerini söylemiş. Bunlar bir hafta içinde ağaşenliğine, Ali Bey'in yanına gitmişlerdi. Teymur Bey ağır yaralı ve bilhassa İbrahim tarafından yaralandığı için, Ali Bey, Deli Hasan'ın Mustafasiyle birlikte İbrahim'i de zindana koymuştu. Ali Bey, bütün acısını eski dostluğuna bağışlıyarak ve Hormekilerle çarpışmayı göze almıyarak kardeşlerini alıp gitmelerini Talu'ya söylemiş. Talu ve kardeşleri zindana giderek İbrahim'i almışlar, tam çıkacağı sırada Deli Hasan'ın Mustafası mırıldanarak İbrahim'e hitaben: "Kardeş, düşenin yâri olmaz. Dünyada artık erkekliğin sözü, andın hükmü, kardeşliğin kıymeti kalktı demektir" demiş.

Bu acı sözler, İbrahim'in kulağına bir yıldırım gibi çaktı. Erkeğin sözü, andın hükmü, insanlığın vefası öyle mi? İbrahim ellerini kardeşlerinin kollarından çekerek, yerine oturdu ve zincirleri ayağına doladı, kardeşlerine : " Ben artık gelmem!...Ali Bey Mustafa'yı da bıraksın, yoksa kanım Mustafa'nın kanına karışacaktır!" dedi.

Mustafa söylediğine pişman olmuş, zindandan çıkması için İbrahim'e yalvarıyordu. Fakat iş işten geçmişti. İbrahim'in kardeşleri Ali Bey'in konağına doğrulurken içeriden feryatlar, ağlamalar yükseliyordu. Dostlardan birisi onların yolunu keserek : " Ağalar, Teymur Bey öldü, artık sizin hayatınız tehlikelidir, hemen savuşun " demişti.

Dört kardeş birden ahıra dalarak atlarını çekip binmiş ve Varto yoluna doğrulmuşlardı. Güneş batmak üzere idi... Çareklilerden birkaç piyade, arkadan tüfek sıkıyorlardı. Beş dakikalık bir müsademeden sonra ağalar gecenin zifiri karanlıklarına dalarak, iki gecede Varto'ya gelmiş, hâdiseyi büyük kardeşleri Veli'ye anlatmışlardı. Veli ağa, İbrahim'in kurtulması için çare ararken, İbrahim ve Deli Hasan'ın Mustafası (Mustafa çayırı) nda kurşuna dizilmişlerdi. (22)

İbrahim, Ağaşenliğinde öldürülmüş, Balaban aşireti reisinin kızı olan karısı, Balaban Hatun, oğullarını alarak babasının evine gitmiş ve İbrahim'in genç kız kardeşi Fatma, Ali Bey tarafından zaptedilmişti. Ali Bey bu kızı kendisine nikâh etmek istemiş, kız kardeşinin katiline teslim olmamış ve kendisini harem dairesinin bir odasında iple asarak idam etmişti.

İbrahim'in katli ve güzel Fatma'nın idamı Varto ve Kârir bölgelerindeki Hormekliler üzerinde çok büyük tesirler yapmış, bu aşiret halkı intikam hareketine geçmişti. Fakat artık karlar yağmış yollar kapanmıştı.

1251-1835 yılı baharında, İbrahim'in kardeşleri, Talu, Mahmut, Resul ve Ağa, küçük bir çete ile Maskan kabilesi reisi Molla'nın yaylasını basmış, Molla ile birkaç akrabasını kılıçtan geçirmiş ve o gün orada bulunan Ali Bey'in akrabalarından Ali Murat Han'ı beraber öldürmüş ve Ali'nin aşiretler arası meşhur olan kılıcını getirmişlerdi.

Bir ay sonra yedi yüz kişilik bir Çarek kuvveti Ali Bey'in akrabasından Genem Pertekli İsmail ağanın emrinde olarak Varto'nun Küzük köyünü geceleyin basmıştı. Küzük halkı yaylada idi. Çarekliler köyde buldukları otuz altı kişi erkek, kadın ve çocukları damlariyle beraber yoketmiş ve kül etmişlerdi. Ertesi günü Hormeklilerden beş yüz kişi toplanarak Mustafa Zeynel oğulları Talu, Mahmut, Resul ve Ağa'nın emrinde Çareklileri takip ederek, üç gecede "Genem-Pertek" köyünü sarmış, İsmail ağa ile beraber kırk yedi kişiyi bu köyde yakıp kül etmiş ve köyün ağıllarına bulunan bütün hayvanâtını önlerine katıp getirmişlerdi. (23)

Sabahleyin bu faciayı haber alan bütün Çarek ve Kuziçan kabileleri Hormeklileri takip edip Tercan ovasında bu iki kuvvet boğaz boğaza gelmişlerdi. O gün yapılan kanlı savaşta her iki taraftan birçok yiğitle, Hormekli Veli ağanın oğlu meşhur Yusuf ve Çarekli Ali Bey'in oğlu Hüseyin katledilmişlerdi.

Hormekliler bu savaşta galabeyi çalarak getirdikleri talanı kurtarıp Varto'ya gelmişlerdi. Eskiden dost, kirve, kardeş ve emektar olan bu iki aşiret arasında yapılan bu düşmanlık ve vahşet o günden sonra bitmiş ve artık tarihe karışmıştı.

Bu çağda, doğu illerindeki bütün aşiretler birbirleriyle dövüşüyor, günde birçok insanlar katlediliyordu. Varto'daki Cibran aşireti, Malazgirt'tek bulunan Hasan Ali aşiretiyle, Muş ovasındaki Huytu, Bitiri ve Şigo aşiretleri birbirleriyle durmadan savaşıyor , her taraftan kanlı seller akıyordu. 

Doğu illeri bu şekil hâdiseler altında çalkalanırken, Osmanlı tahtına Sultan Abdülâziz geçmiş, bu sırada Mısır valisi oğlu İbrahim Paşa'nın orudları Anadolu'ya girmiş, Osmanlı İmparatorluğunun müşkül bir duruma sokmuştu. 1255-1839 yılında Büyük Reşit Paşa, (Gülhane hattı) nı okuyarak tanzimat devrini açmıştı. Ruslar bu yılda doğu illerimizin Eleşkirt, Pasin, Malazgirt bölgeleri üzerinden Hınıs ovasına bir ordu gönderimişlerdi. Erzurum'dan gelen askeri kuvvetlerimizle beraber, Malazgirt'ten Hasanan, Hınıs'tan Zırkan, Varto'dan Cibran, Lolan ve Hormek aşiretleri Rus ordusunu Hınıs'ın Hali-Çavuş bucağında karşılayıp dövüşmüş ve Rusları hududa doğru dönmeğe mecbur etmişlerdi.

Bu sırada Muş'ta ötedenberi Beylerbeyi olan Alâettin Paşa oğulları Muş, Hınıs, Malazgirt, Bulanık, Varto bölgesindeki aşiretlerden birkaç kişiyi konaklarında kazığa germiş, ağır vergi ve zulümleriyle halkı bizar etmişlerdi. Tanzimat devrinin kurduğu yeni idare, bu beyliğin kaldırılmasını mucip olmuş, hükümetin emriyle Malazgirt'ten Hasanan aşireti ve Muş dağlarındaki kabileler, Muş'un Çiris köyü altında bulunan Alâettin Paşa oğullarının konaklarına saldırıp Alâettin oğullarını kesmiş, konakları yakıp mallarını talan etmişlerdi. Bu aileden kurtulan birkaç kişi hınıs kasabasına sığınmış ve bu suretle Alâettin Paşaların Beyliğine son verilmişti. Bu tarihten sonra Varto'da kaymakam ve Muş'ta mutasarrıf oturmuştur.

1272-1856 bahar aylarında Varto, Göynük (Karlıova) bölgelerinde çok şiddetli bir zelzele olmuştu. Bu bölgelerin bütün köyleri yıkılarak binadan fazla can kaybı olmuştu. En fazla zayiat Karlıova'nın Kargapazar, Tokliyan ve Varto'nun Zengel ve Rakasan köylerinde olmuş, hattâ Zengel'de Mustafa Zeynel'in oğlu Ağa'nın iki oğlu ve birçok komşuları enkaz altında ölmüştür.

Tanzimat devri, doğu illerinde kudretli bir islâhat ve büyük bir yenilik yapmıştı. Bu çağda devlet asayişe hâkim olarak aşiret kavgalarını durdurmuştu. Doğunun bütün bucaklarında nahiye müdürlükleri, ilçelerinde kaymakamlar, sancaklarında mutasarrıflar vardı.

Kiği - Kârir'deki Hormek kabilesinin başı olan İkinci Zeynel, tanzimat devrinde kendi köylerine birkaç dershane açmış, halkın silâhlarını ellerinden alarak onları okumaya ve çiftçiliğe sevketmişti. Varto'daki Hormek aşireti, Mustafa Zeynel oğlu Veli ağanın idaresinde çok rahat yaşıyorlardı. İkinci Zeynel 1275-1859 tarihinde ve Mustafa Zeynel oğlu Veli ağa da 1281-1865 te ölmüşler, ikinci Zeynel'in yerine oğlu Aksak Ali ve Veli ağanın yerine de kardeşi "Aga" geçmiş, hükümetin idaresi altında emin olarak civar kabilelerle hoş geçinmişlerdi. Bu sırada Üstünkran bucağı yeni kurularak ilk nahiye müdürü olarak Hormekli Hasan Han Ali torunlarından Tatanlı Hüseyin ağa tayin edilmişti. Tanzimat devrinin iyilikleri ve doğu illerindeki sakin hayat 1292-1876 yılına kadar devam etmişti.

Tanzimat devrinden sonra, doğu illerinde koyu bir istibdat başlamış 1293-1877 yılı başında Van hududundaki Sünni aşiretlerle Bedirhanlılar baş kaldırmış, doğudaki çeşit kabileler birbirine girmiş ve hemen arkasından Osmanlı İmparatorluğu ile ruslar arasındaki meşhur Kars muharebesi başlamıştı. Bu muharebede Varto'daki Cibran kuvvetleri, Ali ağa ve Hormek kuvvetleri, Mustafa Zeynel oğlu Talu'nun emrinde olarak aylarca Kars'ta dövüşmüşlerdi.

1295-1879 yılında Varto'daki Hormek aşireti ile Göynük (Karlıova) bölgesinde olan Cibran aşireti reisi Hacı Abdi, Mahmut ağanın araları bozulmuş, Mahmut ağanın oğlu genç Ali, iki yüz atlı ile Küzük köyünü talanlamağa gelirken, Hormekli Veli ağa oğlu Mustafa'nın elinden katledilmiş ve bu yüzden yine Hormek - Cibran savaşları baş göstermişti. Bu sırada artık ihtiyarlaşan Mustafa Zeynel'in oğulları Aga, 1305-1889 ve Talu 1306-1890 yılında vefat etmiş, aşiretinin idaresi Kasman'da Talu oğlu İbrahim'in eline geçmişti. İbrahim Talu dedesi Mustafa Zeynel'in tipinde harikalı bir yiğit, mert, cesur ve doğru bir adamdı. Sultan Hamid'in istibdat devri, bütün dehşetiyle Varto ve doğu illerinin bütün kesimlerinde kendisini göstermiş, Palan-döken, Şerafettin ve Bingöl dağlarında yüzlerce şaki çetesi dolaşarak kervanlar soyar, talan götürürlerdi. Yer yer aşiretler tutuşup savaşıyorlardı.

Karlıova ve Varto'daki Cibran aşireti ; İbrahim Talu üzerine yüklenip kalmışlardı. Bu cesur aşiret ağası ve akrabaları, defalarca çok üstün olan cibran kuvvetlerini ağır zayiata uğratarak geri püskürtmüşlerdi. İbrahim Talu, bu sırada oğlu genç Zeynel'i Elazığ'a okutmağa göndermiş ve köylerinde dershaneler açmıştı. Tam bu sırada Hamidiye alayları teşkilâtına başlanmıştı.












(1) Bu hükümeti kuran Karakoyunlu Kara Yusuf sonradan Teymur'un gazabına uğrayarak Sultan Yıldırım Beyazıd'a kaçmış ve bu yüzden Teymur'la Yıldırım arasında meşhur Ankara Savaşı olmuştu. Künyelahpar, cilt 3,sahife 26-27

(2) Kara Osman'ın torunlarından olan "Uzun Hasan" Diyarbakır'dan Tebriz ve Horasan'a uzanan geniş bir hükümet kurmuş, bu hükümet H.908 yıllına kadar yaşamıştır. Safevi padişahı Şah İsmail, bu Akkoyunlu hükümetinin Tebriz'deki tahtına çıkmış, Akkoyunlu hükümetini inkiraza uğratmıştır. Şah İsmail, Uzun Hasan'ın kızından doğma torunudur.


(3) Ahmet Refik Umumi Tarihi, cilt 6 sahife 335 de : "Orhangazi İmparatorluğu'nun mukaddeeratına hakim olacak bu yeni tesşkilata, dini bir mahiyet bahşetmek için Hacı Bektaşi Veli'ye askerini taktis ettirmişti. Hacı Bektaşi Veli orduya taktis etmekle beraber, adına da Yeniçeri demişti. Yeniçeriler bidayette bin kişiden ibaret ve yalnız piyadeden mürekkepti. Maaş yevmiye bir akçadan ibaretti. Fakat müddeti kıdem ve muharebede gösterilecek gayret ve şecaata göre icabında artırılacaktı. Tayinat, hükümettendi, tekmil kıta büyük bir aile telakki edildiği için, teşkilatı beytiyesine beyti bir mahiyet verilmiş, bu sebepten erkan ve zabitana Çorbacı başı, Aşçı başı ve Saka başı, gibi isimler konulmuştu."


Yine bu tarihin, aynı cildin 430 uncu sahifesinde "Askerler orta kapıya gelip dururlardı. Bu sırada başçavuş kubbei hümayunun önüne gelir, ellerini fıkarayı bektaşiye gibi niyazmendane kavuşturur. Bir seda ile : Allah, Allah, İllallah baş üryan, sine püryan, kılıç alkan, bu meydanda nice başlar kesilir, hiç soran olmaz, Allah, eyvallah. Kahrımız, kılıcımız güşmana ziyan, Kulluğumuz padişah ayan, üçler, beşler, yediler, kırklar, Gülbankı Muhammedi, nuru nebi, keremi Ali, pirimiz sultanımız hünkar Hacı Bektaşi Veli. Demine devranına hü diyelim hü. diye gülbenk çekerdi. Sonra birincinin ağa bölüğü diye çağırır. bölük te: Kara kullukçu burda, diye cevap verir. Başçavuş haydi der demez, bölüğün bütün yoldaşları koşup kese kapışırlardı." diye yazılıdır.


(4) Hormek şeceresi, Alagöz hamaili. Rivayete göre, bu ilbeyi unvanı Kara Yakub'un torunu Alhas ağa devrine kadar süregelmiş, bu unvan Alhas'tan alınarak Karsan aşireti reisi Koç Yusuf'a verilmiş, bu yüzden bir boydan olan Hormek, Karsan aşiretleri arasına düşmanlık girmiş. Alan, Demenan, Hayderan aşiretleri de Karsanlılara yardım etmişlerdir. Bu unvanın kendisinden alındığına meraklanan Alhas ağa, delirmiş ve bu deliliğinde Hayderan yaylasına giderken genç bir gelin tarafından başına bir kölenk ayran dökülmüş, çadırına dönerken aşireti onu bu halde görünce çok üzülmüşler. Alhas ağayı yüz kurbanla alarak Sülbüs dağı şehidine gitmişler. Alhas şehidin tepesinde yabani ot yerken yuvarlanmış ve bir saat sonra aklı yerine gelmiş. Ayranın Hayderan yaylasında üstüne döküldüğünü hatırlamıştır. Hormekliler büyük bir kuvvetle Hayderan yaylasını basmış, bir çok adamlar öldürmüş ve ağalarını esir etmişler. Bu hadise yüzünden doğu Dersim aşiretleri ikiye ayrılarak yıllarca dövülmüşlerdir.


(5) Künnehül-ahbar Tarihi. Cilt 3,sahife 32-33, Akkoyunluların doğudaki idareleri 120 yıl sürmüştür.


(6) Üstat Ziya Şakir, Mezhepler Tarihi adlı eserinin 153 üncü sahifesinden başlıyarak, İkinci Beyazıd'ın, Balım Sultan'ı İstanbul'a davet edip çok büyük bir istikbal resmile kendisini kabul edip (nasip) aldığını şöylece vasıflandırmaktadır.


-  Çinili köşkün hamam dairesinde birkaç Betkaşi Babası, Sultan Beyazıd'ı oturtmuşlar, tarikatın usul ve erkânı veçhile, başını kâmilen traş etmişlerdi. Sonra, bir takım dualar okuyarak abdest aldırmışlar, iki rekât namaz kıldırmışlardı. Daha sonra tarikat rehberi olan adam, padişahın boynuna bir ip takmıştı: (Tıgıbent) denilen bu ip, biraz evvel Babalar tarafından Sultan Beyazıd namına merasimle kesilen (nasip) kurbanının tüylerinden bükülerek yapılmıştı. On iki telden yapılmış olan bu ipin üzerinde yine on iki düğüm vardı. Rehber, radişahın boynuna takılmış olan ipin iki ucundan tutarak, bir koyun gibi onu meydan kapısına doğru çekmeye başlamıştı. Baş açık ve yalın ayak olan Sultan Beyazıd, bu kapıya geldiği zaman, yere eğilerek kapının eşiğine (niyaz) etmişti ve sonra yine rehberin delâletiyle içeri girmişti. Burada usul ve erkân mucibince (dört kapı niyaz)nı yaptıktan sonra, Balım Sultan'ın önünde yere diz çökerek beklemişti. Burada rehber, dile gelmişti. Balım Sultan'a hitaben:


" Hak Muhammed, Ali, on iki imam ve hak huzurunda bir kurban getirdim. Hak görmüş, hak bilmiş, hakkı, Haktan talebeder. İkrar vermesine ruhsat var mı?" demişti.


Balım Sultan, gözlerini orada bulunanların üzerinde gezdirerek cevap vermişti:


" Ey Canlar...Meydanda gördüğünü şu can, yüzüstü sürünerek gelmiş, on iki imam efendilerimizin katlarına ve Muhammed-Ali yoluna girmek ister. Ne dersiniz? Yol ve erkân ile bu can'ı kardeşliğe kabul eder misiniz?"


Meydanda hazır bulunanlar, derin bir sükun içinde, hep birden başlarını yere eğmişler ve niyaz etmişlerdi. O zaman Balım Sultan, Padişah Sultan Beyazıd'a hitap ederek:


" Ey Can...Sen on iki imam katarına, Muhammed-Ali ve hünkar Hacı Bektaşı Veli yoluna girmek murad edersin. Velâkin bu bizim yolumuz gayet güçtür. Haklarını dost, düşmanlarını düşman bilmek, bu yolda ikrar vermek lâzım. İkrardan dönülmez. Gelme, gelme. Dönme, dönme. Gelenin canı, dönenin başı böylece kabul ediyor musun?" demişti.


Ziya Şakir eserinin 161 inci sahifesinde:


Balım Sultan sağ eliyle, Sultan Beyazıd'ın omuzlarına vurarak:


"Allah, Muhammet-Ali, pençeyi âli-aba mürvetine, hürmetine, eline, beline, diline, mukayyet ol! demiştir", diye yazmaktadır.


(7) Üstat Ziya Şakir, Mezhepler Tarihi adlı eserinin 141 inci sahifesine, Şah İsmail'in, Karaman-Elmalı bölgesinin beyi olan Şahkulu'ya yazıp, Muhtar adlı bir elçi ile gönderdiği talimatı şöyle anlatıyor:


- Şahımızın üç maksadı var. Bunlardan birincisi ehli beyt muhiplerini ve Şii-mezhebi sakinlerini, Arap Kavminin tesiri ve nüfuzu altından kurtarmaktır. İkincisi, muhtelif fırkalara bölünen Şiiliği tek esas üzerinde toplamaktır. Üçüncüsü, Tatarların istilâsında şuraya, buraya dağılan Şii türk ve Türkmen aşiretlerini, ana vatanları olan Horasan'a celbederek bunların da iştirakiyle büyük bir hükümek kurmaktır.


Şimdi, Şahımızın sizden beklediği hizmet şudur: Evvelâ size tâbi olan aşiretleri ,kısım kısım, bizim tarafa geçirmektir. ancak şu var ki, Şah hazretleri Osmanlı hükümeti ile hoş geçinmek fikrindedir. Hattâ Osmanlı padişahına (Baba) diye hitap ederek bir name göndermiştir. Onun için, Şahın en mühim arzularından biri de Osmanlı hükümetiyle hiç ihtilâf çıkmaması merkezindedir. Sonra bütün bunlara ilâveten Şahımızın hususi bir dileği var ki, o da şudur:


Dostumuz olan Zilkadriye hâkimi Alâüddevle'nin bir kerimei pakizesi varmış, bunun hüsnü-cemali dillerde destanmış, genç şahımız, Cenabı Hakkın emri, ehlibeytin sünneti üzerine bu dilber nadideyi ve naşide ile izdivaç arzu buyuruyorlar ve bu hususta da sizin vasıta olmanızı emrediyorlar. Hemen bu hayırlı işe de teşebbüs edeceksiniz ve neticeyi de en tez, müjdecilerle Şah hazretlerine bildireceksiniz.


(8) Bu aşiretler Selçukiler devrinde doğu illerine gelmişlerdi. Balaban aşireti yarım asır önce Dimetoka'dan gelmişlerdi. Ahmet Refik, cilt 6, "Osmangazi Kumandanı Balaban, Balabancıkta bir kale inşa etti. Balabanlar Türktür, Dimetokadan gelmiştir." Erzincan tarihi, sahife 195.


(9) Bu ifadeden çıkacak mâna şudur ki: Yeniçeri bektaşiler ve hattâ doğu illerindeki aleviler, her şeyden önce Türk birliğine sadık kalmışlardır. Bu sebepledir ki, bir gece önce Şah İsmail'in nefeslerine boyun büktükleri halde, ertesi günü de kendisiyle çarpışmışlardır. Bu Türkler, Şah İsmail'in, Şah Hatayi olduğunu biliyorlardı. Onlar kızılbaş, şii ve İrani değil, Bektaşi ve Alevilerdi. (Tarhimin ikinci bölümünde açıkladğım gibi, bektaşilikle alevilik, şiilikle kızılbaşlıktan başkadır) Bunlar Şah İsmail'e değil, Hacı Bektaş tekkesine bağlı idiler. Onlar ancak Anadolu'ya yayılan Şah İsmail'in alevice söylemiş deyişlerini vecitle okuyor ve milli gayrete gelince, Şah İsmail'in İran Şahı ve Yavuz'un Türk Hakanı ve elindeki ordunun sade Türk ordusu olduğunu bilmiş ve böylece inanmışlardı.


(10) Bu gün bile dikkat edilirse, Dersim Zazalariyle Palo ve Çapakçur Zazaların konuştukları Zazaca arasında büyük bir fark vardır. Dersimlilerin konuştukları Zazacanın yüzde yetmişi (%70) Türkçedir.


(11) Künnehül-ahbar tarihi, cilt 3, sahife 44


(12) Aşiret efsanelerine göre, Fereşat'ın Karsanlı kadından yedi oğlu varmış, bunları denemek için önlerine bir tas çorba bırakarak, ellerine kaşık vermiş, bunlar dövüşmeden çorbayı bitirmişler. Fereşat : "Eyvah cağım kördür! diye evlenmiş ve Koç uşağından aldığı kız, bir uçurumdan yuvarlanmakta olan bir öküzün kulağından tutup havaya kaldırmış imiş.


(13) O çağda Şişhane tüfekleri yeni çıkmıştı. Far oğlu Mustafa'yı tüfekle öldürdüğü için Yusuf İstanbul'dan tüfek aldırmış ve bu tüfekle Far oğlu ailesini öldürmüştür.


(14) Rivayete göre bu mektup şöyle yazılmıştı. "Bizim nişanlımızı Zeynel ağadan al gönder. Yoksa, Dersim dağlarından Kiği dağlarına bir tekme vurur, bütün illerinizi yakarız. Sonra bilmedim demiyesin."


(15) İraniler bu akında Varto'nun Caneseran köyünden büyük Seyit Hasan'ın ve Badanli derviş Mikâil'in birer kızını esir götürmüşlerdir.


(16) Mehmet Hasanhan'ın mezarına ait koç heykeli 1934 yılında Diyarbakır müzesine götürülmüştür. Mehmet çok güzel bir delikanlı imiş. Cesedini Van'dan Varto'ya kadar kargı ağaçları üzerinde getirmişlerdi.


(17) Rivayete göre, Ali ağa Tamra'da bir geyim nal büktüğü için, Yazıcı oğulları ona nalkıran lâkabını takmışlar.


(18) Kan, yoğurda karışıp kayaya dökülünce, asırlarca izini kaybetmezmiş. Mustafa Zeynel bu işi o maksatla yapmıştır.


(19) Rivayete göre, Emin Paşa kuvvetleri önünden, meşeden kalkan müthiş bir ayı Belezer gediğinin sarp yolunda Mustaf Zeynel'in üzerine düşmüş. Mustafa bunu kucaklayıp yere devirmiş, Emin Paşa buna hayran kalıp kuşatmayı kaldırmış.


(20) Vali Ali Kemali, bu hâdisyei doğru olarak yazmak istememiştir. Tarihinde Mustafa Zeynel ve Hormeklilerden bahsetmemiş, Darabi köyünün dört bin kişi ve Emin Paşa tarafından otuz bir gün kuşatıldığını ve Kiği'deki Türk kabilelerinini o tarihteki mevcudiyetlerini kapalı geçmiştir. Biz, bu sebebi araştırırken Ali Kemali tarihini yazdığı sırada, Kiği'de Belediye Reisi ve Erzincan Meclisi Umumi âzası olan Hormekli İkinci Zeynel'in torunu İskender'le arası açılmış, bu yüzden tarihinde Kiği'deki Hormeklilerden ve hattâ onların Şeyh Sait isyanında, bizzat Atatürk'ün büyük takdirlerine mazhar olan Cumhuriyet, ordu ve bütün muhitçe malum olan hizmetlerinden bile bahsetmemiştir. Tarihin birçok yerlerinde aslen Türk olan aşirete Kürt demiştir.


Halbuki yüz yirmi yıl önce olan bu hâdiseyi bizzat görenler ve bilenleri, biz gördük. Bu gerçekliği hem de kısaltarak tarihimize aldık. Onların verdikleri bilgiye göre, Kiği ve Darabi'ye giden neferi-ânı on yedi binmiş. O çağda Mehmet Bey'in kapısında yüzlerce süvari beslenirdi. Muş'tan yüz atlı gidip te Mehmet Bey'in kellesini kesemez.


Ne ise maksadımız, doğunun vahşet devirlerinde geçen bu çirkin olaydan herhangi bir mâna çıkarmak değildir. Ancak tarihimizi yazarken bütün acı ve tatlı, tarihi olayları olduğu gibi kerçek yazmaktır. Geçen olaylardan bugünkü nesil, mesul olamaz ve bundan bir kin kapmaz. Bu tarihi hâdisenin yazdığım şekilde cereyan ettiğini bugün Varto, Kiği, Hınıs, Karlıova bölgelerindeki bütün ihtiyarlar bilmektedir.


(21) rivayete göre Mustafa Zeynel oğulları toplıyarak: "Ben Kârir'de olan babamın ocağına gidip orada ölmek isterim!" demiş ve gidip Kârir'de hastalanarak ölmüştür.


(22) Siyaset yerinde on iki kabile toplanmış bunlardan ancak Maskan kabilesi reisi Molla İbrahim'i öldürmüş, o günkü türepe göre (Kasas) mevkiine oturmuştur.


(23) Genim Pertekli İsmail ağa o gece evine yetişmişti. Karısına : "Küzük köyünü yakarken bir kadın alevler içinde bana bir çocuk uzatarak, Ali aşına bunu kurtar, dedi. Ben ikisini de yaktım kül ettim" demiş, bunu dinleyen Hormekliler hemen İsmail ağanın evini ateşe vermişlerdi.